Bu Blogda Ara

5 Ocak 2017 Perşembe

DÜNYANIN EN ZENGİN 4 TÜRK İŞADAMI


Dünyanın En Zenginleri Listesine Giren 4 Türk İş Adamı ve Yaşam Öyküleri
Uluslararası Forbes dergisi 2016 yılının en zenginleri listesini bugün açıkladı. Açıklanan verilerde ilgi çekici ayrıntı ise dört Türk iş adamının yer almasıydı. Dünyanın en zenginleri listesine girmeye hak kazanan dört Türk iş adamı ve başarı öykülerini sizin için derledim.
Bugün tarihimizin en gurur verici gelişmelerinden birini yaşıyoruz. Bu tablonun temel nedeni ise dünyanın en zenginleri listesine ilk kez dört Türk iş adamının dahil olması. Bu yazımda sizlere dünyanın en zenginleri listesine girmeyi başaran dört Türk iş adamını ve onların başarılarla dolu hayatlarını tanıtacağım. Ancak öncesinde bilmeyenler için dünyaca ünlü Forbes dergisini kısaca tanıtmakta yarar olacağını düşünüyorum.
1917 yılında İskoçyalı B. C. Forbes tarafından kurulan iş dergisi, her geçen gün hızla büyüdü. Merkezi, New York 5. Cadde üzerinde bulunan Forbes dergisi, kendini dünya iş liderlerinin merkezi olarak tanımlamakta. Bünyesinde; ForbesLife, Forbes Asia, American Heritage, American Legacy ve American Heritage of Invention&Technology gibi dergileri de barındıran kuruluş, İngilizcenin dışında yedi başka yerel dilde daha yayımlanıyor. Kısacası Forbes küresel ekonominin nabzını tutarken, yeryüzündeki tüm zenginlerin vazgeçilmezi haline geliyor. Uluslararası öneme sahip olan Forbes’in hazırladığı ve global iş dünyasının dikkatle takip ettiği “En zenginler listesi” kamuoyuyla paylaşıldı. Hepimizin büyük bir dikkatle okuduğu verilerde ise dört Türk iş adamımızı görmek adeta göğsümüzü kabarttı. Yakından tanıdığımız ve saygın kişilikleriyle iş dünyasına damgasını vuran; Murat Ülker, Hüsnü Özyeğin, Ferit Şahenk ve Rahmi Koç Forbes’in en zenginleri listesine girmeye hak kazanan dört Türk iş adamı oldular. Türkiye’nin ekonomik gelişiminde büyük pay sahibi olan ve globalleşen dünyanın en zenginleri arasında bulunan dört Türk iş adamımızı gelin, yakından tanıyalım ve onların başarı öykülerini örnek alalım:
Murat Ülker
Forbes dergisinin açıkladığı verilere göre, Türkiye’nin en zengini bir kez daha Murat Ülker oldu. Hepimizin çok iyi bildiği üzere, geçen yıl Forbes’in açıkladığı listede Türkiye’nin en zengini 4,4 milyar dolar servetiyle Murat Ülker olmuştu. Ülker’in bu yılki serveti ise 3 milyar dolar olarak açıklandı. Böylelikle Ülker’in servetinde bir miktar erime açıkça göze çarpsa dahi, Türkiye’nin en zengini olduğu gerçeği değişmiyor.
1959 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Murat Ülker, dönemin şartlarına bakıldığı zaman oldukça eğitimli ve kültürlü bir ailenin en küçük çocuğu olarak hayata başlamıştı. Lise eğitimini İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamlayan Ülker, eski başbakanlardan Ahmet Davutoğlu’nun sınıf arkadaşıydı. Başarılı bir lise eğitiminin ardından Ülker, Türkiye’nin en saygın üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans eğitimini tamamladı. Ülker’in iş hayatına atılması ise aslına bakarsanız, aile şirketinin devamı olarak kabul edilebilir. Çünkü Murat Ülker’in babası ve amcası 1940 yılında şekerlemecilik sektörüne adım atmışlar, 1944 yılına gelindiğinde bisküvi üretime geçilmesiyle devam etmişti. Daha sonraları Yıldız Holding‘e dönüşen şirket, ülke çapında geniş bir pazara sahip olmuştu. Ülker, iş hayatına atılmadan önce yurt dışında önemli kuruluşlarda eğitimler aldı. AIB College of Business ve ZDS gibi okullarda eğitim gören Ülker, Continental Bakingşirketinde stajını tamamlamasının ardından 1982 yılında iş hayatına atıldı. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, Ülker’in dünyanın çeşitli ülkelerinde 3 yıl boyunca gıda alanında deneyim kazanmış ve incelemelerde bulunmuş olması oldu.
Kontrol Koordinatörü olarak başladığı iş hayatında, İşletmelerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı ve ardından Genel Müdürlük pozisyonlarına kadar yükseldi. İş hayatında hep yenilikçi fikirler ve başarılı stratejiler geliştirmeyi başaran Ülker, 2000 yılına gelindiğinde Yıldız Holding İcra Kurulu Başkanı, 2008 yılında ise Yönetim Kurulu Başkanlığı pozisyonuna yükseldi. Ayrıca Murat Ülker’in hayatıyla ilgili detaylı bilgilere buradan ulaşabilirsiniz. Murat Ülker’in Türkiye’nin en zengin ve en başarılı iş adamı olmasındaki diğer bir faktör ise özel hayatına ayırdığı zamandan geçiyor. Ülker tam bir spor ve deniz tutkunu olarak biliniyor. Sporseverlerin yakından bildiği üzere, Murat Ülker 1993 yılında Ülkerspor Basketbol Kulübü‘nü kurmuş, 2006 yılında ise Fenerbahçe ile birleştirme kararı almıştı.
Hüsnü Özyeğin
Forbes dergisi tarafından Türkiye’nin en zengin ikinci iş adamı olmayı başaran Hüsnü Özyeğin, eğitime ve finans sektörüne yaptığı başarılı atılımlarla Türk ekonomisine damga vurmayı başardı. Forbes verilerine göre, 2,5 milyar dolarlık servetiyle Türkiye’nin en zengin ikinci iş adamı olan Özyeğin, en zenginler listesine ilk kez 2005 yılında girmiş, 2009 yılında ise 2,9 milyar dolarlık ile Türkiye’nin en zengini olmuştu.
1944 yılında İzmir’de hayata gözlerini açan Özyeğin, iş hayatına henüz çok küçük yaşlarda atılmıştı. İzmir’in tarihini en iyi yansıtan semtlerden olan Kemeraltı’nda dedesinin iş yerinde iş dünyasına ilk adımını atan Özyeğin, o yıllarda çığırtkanlık yapıyordu. Henüz küçücük yaşlarda çığırtkanlık yapan bir çocuğun büyüyünce dünyanın en zenginleri listesine girebileceğini kim bilebilirdi ki… Babası doktor olan Özyeğin, ailesinin teşvikiyle eğitim hayatına oldukça önem verdi. Lise öğrenimi için İstanbul’a giden Özyeğin, Robert Koleji’nden 1963 yılında başarıyla mezun oldu. Henüz o yıllarda kıvrak zekasıyla akranlarından ayrılan Özyeğin, hayatının dönüm noktasına gelmişti. Lisans eğitimi için radikal bir karar alan Özyeğin, ABD’ye gitti ve orada Oregon Eyalet Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Bölümü’nü okudu. Eğitime her daim özen gösteren Özyeğin, kendini daha da geliştirebilmek adına 1969 yılında Harvard Üniversite’si İşletme Fakültesi’nde İşletme Yüksek Lisans derecesi aldı.
Böylesine başarılı bir eğitim hayatı geçiren Özyeğin, birçok zorlukla mücadele etti. ABD’de yarı burslu olarak eğitim görmek için giden Özyeğin’in cüzdanında yalnızca 100 dolar bulunuyordu. Şimdilerde dünyanın en zenginleri listesinde yer alarak hepimizi gururlandıran Özyeğin, o yıllarda balıkçı lokantasında garson olarak çalışıyor, gazete ve çikolata satarak harçlığını kazanıyordu. Hayata karşı her zaman dik duran Özyeğin, bunun mükafatını elbette görecekti. Özyeğin hiç beklemediği bir anda Robert Koleji’nden sınıf arkadaşı olan Mehmet Emin Karamehmet’ten iş teklifi aldı. Bu teklifi değerlendiren Özyeğin, Türkiye’ye döndü ve 1974 yılında Pamukbank Yönetim Kurulu’nda göreve başladı. Başarılı stratejileri ve çalışkanlığı sayesinde kısa süre içerisinde Pamukbank Genel Müdürü olan Özyeğin, 1984 yılında Yapı Kredi Bankası Genel Müdürü oldu. 1987 yılına kadar yürüttüğü görevinden ayrılan Özyeğin, kendi bankası olan Finansbank’ı kurdu. 2006 yılına gelindiğinde Finansbank’ı Yunanistan’ın en büyük bankasına satma kararı alan Özyeğin, bankacılık sektöründe iş hayatına devam etti. 1994 yılında Amsterdam merkezli yüzde 100 Türk sermayeli Hollanda bankası olan Credit Europe Bank’ı açan Özyeğin, uluslararası çevrelerin tüm dikkatini üzerine toplamayı başarmıştı. Ayrıca 1989 yılından itibaren Fiba Holding A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Özyeğin, 1999 yılında Fiba Grubu olarak dünyaca ünlü Marks&Spencer mağazasının İngiltere’den franchising haklarını satın aldı ve Marka Mağazacılık A.Ş.’ni kurdu.
2005 yılına gelindiğinde ise Özyeğin turizm ve eğitim alanlarına önemli yatırımlarda bulunacaktı. İstanbul’da bulunan Swissotel The Bosphorus’u yaklaşık 100 milyon dolar gibi rekor bir fiyata satın alan Özyeğin, turizm sektörüne güçlü bir giriş yaptı. Ayrıca yine aynı yıl Özyeğin, iş adamlarına örnek olacak bir girişimde bulanarak eğitime verdiği önemi gösterdi. 2005 yılında yapımına başlanan Özyeğin Üniversitesi, 2007 yılında hayata geçirildi. Kısacası İzmir Kemeraltı’nda çığırtkan olarak başlayan iş hayatı Özyeğin’i bugün dünyanın en zenginleri listesine taşıdı.
Ferit Şahenk
Forbes dergisi tarafından dünyanın en zenginleri listesine giren Ferit Şahenk, 2,4 milyar dolarlık servetiyle Türkiye’nin en zengin üçüncü iş adamı olmayı başardı. Medya ve gıda sektörüne yaptığı yatırımlarla adından sıkça söz ettiren Şahenk’in hayatını yakından inceleyelim:
Ayhan ve Deniz çiftinin tek erkek çocuğu olan Ferit Şahenk 1964 yılında Niğde’de dünyaya geldi. Bir kız kardeşi olan Şahenk’i diğer zengin iş adamlarından ayıran özelliği ise aile desteğiyle henüz lise yıllarında yurt dışında eğitimler görmeye başlamasıydı. İlk ve orta okulu Türkiye’de tamamlamasının ardından Şahenk, lise eğitimi için dünyanın köklü eğitim sistemlerinden birine sahip olan İsviçre’ye gitmişti. Liseyi başarıyla tamamlayan Şahenk, üniversite eğitimi için ise yine yurt dışını seçmeye karar vermişti. 1987 yılında Lisans eğitimi için ABD’ye giden Şahenk, Boston College’de Pazarlama ve İnsan Kaynakları bölümünü okudu. ABD’deki eğitim hayatına her geçen gün daha da ısınan Şahenk, eğitim hayatını Harvard Üniversitesi’nde Owner/President yönetici programıyla sonlandırdı. 1988 yılına gelindiğinde ise Şahenk, staj için Manufacturers Hannover’i seçmişti. Staj eğitiminin sonlandırmasının ardından Türkiye’ye dönüş kararı alan Şahenk, babası tarafından oldukça önemli şirketlerin yönetim kurullarında görevlendirildi. 1991 yılı ise Şahenk için yeni bir dönemin başlangıcıydı. Garanti Menkul Kıymetler Şirketi’ni kuran Şahenk, kısa sürede oldukça başarılı işlere imza attı ve Türkiye’deki en büyük menkul kıymetler şirketi konumuna tırmandı. 1994 yılında ise şirket, Doğuş Grubunu’nun yatırım bankası haline gelmiş ve yeni kurulan bu bankanın Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı’na Şahenk getirilmişti.
Hepimizin çok iyi bildiği üzere başarılı insanların hayatlarında birçok zorluk ve kırılma noktaları vardır. Ferit Şahenk için kırılma noktası ise 2001 yılıydı. Babası Ayhan Şahenk’in vefatı üzerine henüz 37 yaşındayken Türkiye’nin en büyük kuruluşlarından biri olan Doğuş Holding’in başına gelen Şahenk’i oldukça zor günler bekliyordu. 2001 yılında aniden patlak veren kriz döneminde Şahenk, 7 sektörde tam 60 şirket yönetiyordu. Kriz yıllarında Türkiye’de birçok büyük şirket iflas bayrağını çekerken Şahenk, başarılı bir girişimcilik hamlesi yaptı ve Osmanlı Bankası, Körfezbank ve Garanti Bankası’nı tek bir çatı altında “Garanti Bankası” adıyla birleştirdi. Şahenk’in vermiş olduğu bu radikal karar, başarılarla dolu iş hayatının önünü açtı. İlerleyen yıllarda medya sektörüne dev yatırımlar gerçekleştiren Şahenk, Kral Tv, NTV Spor, Star TV, Virgin Radio, Capital Radyo, Radyo Eksen gibi kuruluşları çatısı altında toplamayı başardı. Bunların yanı sıra Şahenk, televizyon dünyasının parlayan yıldızı Acun Ilıcalı’nın sahibi olduğu TV8 kanalına ortak oldu. Şahenk’in CNBC-E’yi satarak Ilıcalı ile kurduğu ortaklığın haberine buradan ulaşabilirsiniz. Şahenk ayrıca gıda sektöründe de önemli yatırımlarda bulundu. Nusr-et, Kitchenette ve Kahve Dünyası bunlardan bazıları olarak önümüze çıkıyor.
Rahmi Koç
Forbes dergisi tarafından Türkiye’nin en zengin dördüncü iş adamı olarak gösterilen Rahmi Koç, 2,2 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zenginleri listesinde boy gösteriyor. Türkiye’nin en önemli iş adamlarından biri olan Koç, renkli kişiliğiyle her kesimden kişinin büyük ilgi ve saygısını kazanarak, unutulmazlar arasında yer aldı.
1930 yılında Ankara’da Türkiye’nin en önemli iş adamlarından biri olan Vehbi Koç’un oğlu olarak hayata ilk adımı atan Rahmi Koç, ilköğrenimini Ankara’da tamamladı. Başarılarla dolu eğitim hayatının ilk adımı için ortaokulda Robert Koleji’ni seçen Koç, lise öğrenimi de burada tamamladı. Üniversite yıllarına gelindiğinde ise babasının desteğiyle yurt dışını seçen Koç, ABD’de Hopkins Üniversitesi’nde Endüstriyel Sevk ve İdare Bölümünü okudu. Lisans eğitiminin ardından Türkiye’ye dönme kararı alan Koç, iş hayatına atılmadan önce 1958 yılında İstanbul’da Harp Akademileri’nde yedek subay olarak askerliğini yaptı. Askerliğini tamamlamasının ardından ise Koç, Koç Şirketler Topluluğu’nda iş hayatına ilk adımını atarak, Ankara’da bulunan Otokoç Şirket’inde çalışmaya başladı. 1964 yılına kadar Koç Şirketler Grubu’nun çeşitli kademelerinde büyük bir titizlikle çalışan Koç, o yıl Koç Holding’in şirket merkezini İstanbul’a taşıma kararına büyük bir destek verdi ve kendisi de İstanbul’a taşındı.
İstanbul macerası, Rahmi Koç’un başarılarla dolu iş hayatının dönüm noktası olacak ve birçok şirketin bulunduğu o büyük rekabet pazarına adım atacaktı. 1970 yılına gelindiğinde yedi kişiden oluşan İcra Komitesi’nin Başkanı olan Koç, beş yılın ardından İdare Meclisi Başkan Yardımcılığı pozisyonunda çalışmaya başladı. Koç o yıllarda başarılı stratejileriyle babasının da ilgisini çekiyordu. 1980 yılında dört kişiden oluşan Üst Düzey Yöneticiler Kurulu pozisyonuna seçilen Koç, yurt dışında edindiği tüm bilgileri eksiksiz bir şekilde hayata geçiriyor ve şirketi büyük İstanbul pazarında her geçen gün ileriye taşıyordu. 1984 yılına gelindiğinde ise Vehbi Koç’un İdare Meclisi Başkanlığı’nı kendisine devretmesinin ardından Rahmi Koç, yıllarca hayalini kurduğu ve her kademesinde alın teri döktüğü Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkanlığı’na seçilmişti. Başkanlığı döneminde Koç Holding’i en iyi şekilde temsil eden ve başarılarına başarı ekleyen Rahmi Koç, 1994 yılına gelindiğinde ICC toplantısında ICC Başkanı olarak seçilerek tüm dünyanın ilgisini çekti. 2001 yılında ise Koç, İtalya ile Türkiye arasındaki başarılı ticari anlaşmalara imza atmasından dolayı İtalyan Cumhuriyeti Yüksek Liyakat Nişanı’na layık görüldü. Başarılı iş hayatını 2003 yılında sonlandırma kararı alan Rahmi Koç, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı oğlu Mustafa Koç’a devretti. Ancak Koç, ülke ekonomisinden hiçbir zaman uzaklaşmadı ve gelişmeleri hep yakından takip etti. Geçtiğimiz aylarda Türkiye ekonomisini yorumlayan Koç, önemli mesajlar vermişti.
Rahmi Koç yalnızca iş dünyasında değil, aynı zamanda renkli kişiliğiyle de Türkiye’nin en önemli isimlerinden biri olmayı başardı. 2004 yılında Nazenin IV yelkenlisiyle denize açılan Koç, yaklaşık iki yıl boyunca dünyanın çeşitli sularında geziler gerçekleştirdi. Tam 28 bin 250 deniz mili yol yapan Koç, 5 kıtaya ulaştı. Yolculuğunun ardından ise basın açıklaması gerçekleştiren Koç, dünyayı başka türlü görmeye başladığını ve Türkiye’nin fevkalade bir ülke olduğunu dile getirmişti.
Forbes dergisi tarafından dünyanın en zenginleri listesine girmeyi başaran dört Türk iş adamını ve başarılarla dolu yaşam öykülerini birlikte inceledik. Hayat karşısında dimdik durmayı başaran ve eğitime verdikleri önemle ufkumuzu açan iş adamlarımıza, yaptıkları yatırımlar ve bizi global arenada en iyi şekilde temsil ettikleri için sonsuz teşekkür ediyorum.

EĞİTİMDE FİNLANDİYA


EĞİTİM DÜNYASININ ÜSTÜN YETENEKLİ ÇOCUĞU: FİNLANDİYA
Finlandiya, olağanüstü başarılı eğitim sistemiyle, dünyanın yakından izlediği bir ülke. Yıllardır uluslararası akademik başarı değerlendirmelerinde en tepelerde yer alan bu küçük ve mütevazı ülke, nasıl oluyor da bu kadar başarı sağlıyor?
Bahçeşehir Üniversitesi’nde düzenlenen Finlandiya-Türkiye Eğitimde İşbirliği konferansında, Finlandiya eğitim sisteminin başarısının “sırrı” konuşuldu.
Panel için Finlandiya’dan gelen matematik öğretmeni Ms. Maarit Rossi, dünyanın en iyi 10 öğretmeninden biri seçilmiş. Diğer panelist de eğitimbilimci Topi Litamen’di.
Finlandiya başarısını neye bağlıyor?
Panelistlerin gözünden ülkelerinin başarısında öne çıkan temel noktalar şöyle özetlenebilir:
  1. Toplum, eğitime değer veriyor. Aileler eğitimden, okuldan olumlu şekilde söz ediyorlar ve öğretmenlere güveniyorlar. Bu da çocukların öğrenmeye değer vermesinde önemli bir etkiye sahip.
  1. Müfredat, zaman içinde sadeleştirilmiş ve hafifletilmiş. Eskiden daha doluyken, “düşünmeye yer açabilmek” için daha rahat bir müfredat getirilmiş.
  1. Finlandiya’da özel okul yok. Sağlık hizmetleri ücretsiz, okula ulaşım ücretsiz, eğitim ilkokuldan yüksek öğrenime kadar ücretsiz, okullarda yemek ücretsiz.
  1. Erken dönemde eğitim oyun odaklı. Eğitim, oyun yoluyla öğrenme ilkesine dayanıyor. Bu yaklaşım, temelini bilimsel araştırmalardan alıyor. Ayrıca, öğrencilere çok az ödev veriliyor.
  1. Çocuklar ilkokula 7 yaşında başlıyor. 7 yaşından önce okul öncesi eğitim programlarına devam ediyorlar. Zorunlu eğitim 9 yıl.
  1. Bizdeki gibi ulusal bir sınavları yok. Bu konuda dünyadan farklı yönde ilerlediklerini söylüyorlar.
  1. İyi okul-kötü okul diye bir ayrım yok. İyi öğrenci-kötü öğrenci diye bir ayrım yok. Amaç, bireyselleştirilmiş bir öğrenme programına göre herkesin en iyi şekilde öğrenebilmesi.
  1. Müfettiş yok. “Müfettiş ve sınav ağırlıklı bir sistemde, çocuklar sınav için çalışıyor, bu da eğitimin amacına aykırı” diyorlar.
  1. Öğretmen seçimi süreci çok sıkı. Çok iyi eğitimli olmayan kişi öğretmen olamıyor. Bu da öğretmenliği en saygın mesleklerden biri kılıyor. Finlandiya’da yapılan bir ankette, doktorluktan sonra en saygın ikinci meslek öğretmenlik çıkmış. Politikacılar listenin sonunda yer almış.
  1. 1978’de alınan bir kararla, ilkokul 1. sınıftan  12. sınıfa kadar tüm öğretmenlerin “tezli” master derecesi alması zorunlu. Kendi branşlarıyla ilgili tez hazırlıyorlar. Yani fen öğretmeni fen alanında, tarih öğretmeni tarih alanında,  ilkokul öğretmeni eğitim alanında master derecesine sahip olmak zorunda.
  1. Öğretmen eğitiminde temel amaç, öğretmen adaylarına araştırmayı öğretmek. Bu şekilde, öğretmenlerin mesleği icra ederken beklenmedik problemleri çözebilme becerisi geliştirilmeye çalışılıyor.
  1. Öğretmenler sınıf içinde yeni şeyler denemeye, risk almaya teşvik ediliyor. Kendilerini özgür hissettikleri bir ortamda, bu tarz denemelerle öğrencilerden geri bildirim almaları ve buna göre öğretme stillerini iyileştirmeleri hedefleniyor.
  1. Ailelerin eğitime ne kadar dahil olacakları kararı okula ait, bu konuda okullar özgür. Bazı okullar ailelerle daha yakın işbirliği halinde. Örneğin veliler sınıfa gelip kendi mesleklerini öğrencilere tanıtıyorlar. Bazı okullarda veliler o kadar müdahil değil. Ama genel olarak veliler okula ve öğretmenlere güveniyor ve eğitime değer veriyor.
  1. Dünyanın model aldığı bir eğitim sistemi olmasına rağmen, Finlandiya eğitim reformu yapmayı planlıyor. Reformdaki temel hedefleri arasında; hayat boyu öğrenme ve iletişim konularına daha fazla odaklanmak, öğretmen merkezli eğitimden öğrenci merkezli eğitime geçmek, disiplinlerarası bir öğretim yaklaşımı benimsemek, teknolojiyi daha iyi entegre etmek, konulara göre ayrılmış bir müfredat yerine daha geniş temalara odaklı bir müfredat uygulamak, bilgiden çok beceriye odaklanmak yer alıyor.  
Neden hala değişmek istiyorsunuz sorusuna, dünyanın en iyi 10 matematik öğretmeninden biri seçilen Rossi, şöyle cevap verdi:
“Dünya değişiyor. Eski sistemler en iyi sonuçları veremez. Dünyanın en iyisiyiz deyip öylece oturamayız. İyi bir sistemimiz var ama, geliştirmeye çalışmazsak, hızla geride kalabiliriz.”
Finlandiya ve biz, elma ve armut gibi miyiz?
Öncelikle, Finlandiya’daki eğitim sisteminin başarısı, genel olarak her yönüyle başarılı bir ekosistemin bir ürünü. Türkiye’yi bir deve, eğitim sistemimizi de devenin boynu olarak düşünürsek, devenin boynunun neden eğri olduğu anlaşılmaz bir durum değil.
İkincisi,  Finlandiya eğitime değer veren bir kültür ve çocukların etraftan aldığı ortak mesaj bu. Bizim ülkemizde çocuklar, kimsenin eğitimden memnun olmadığı mesajına her gün yüksek dozlarda maruz kalıyorlar.  Bu da başta öğrenciler olmak üzere herkes için motivasyonu düşürücü bir durum.
Üçüncüsü, öğretmene verilen değerin sadece sözde kalmayıp öğretmen seçim sürecine, rahat çalışma koşullarına ve maaşlara yansıması. Türkiye olarak bu konuda nerede durduğumuzu anlamak için basit bir test yapalım: Kaç kişi bu ülkede çocuğunun ileride öğretmen olmasını istiyor? Siz ister miydiniz?
Dördüncüsü, “biz artık olduk” anlayışından uzak, gelişim odaklı bir zihniyet.
Finlandiya ile Türkiye’yi karşılaştırma elmayla armudu karşılaştırmak gibi olur. Birçok yönden çok büyük farklılıklarımız var.
Bir Finlandiya’ya bakıp bir de kendimize baktığımızda cesaretimiz kırılmıyor değil. Eğitim sistemimizde pek çok sorun var: İllallah dedirten bir sınav sistemi, ezbere dayalı öğretim, öğretmen odaklı eğitim anlayışı, ortalamaya hitap eden ve bireysel yetenekleri değerlendirmekten uzak toptancı bir yaklaşım, düşük öğretmen kalitesi… Düzeltilmesi gereken daha pek çok şey var.
Finlandiya örneğinden esinlenip atabileceğimiz pek çok adım var, ancak somut ve önemli tanesine odaklanarak yazıyı bitireceğim:
Kimler öğretmen oluyor?
Öğretmenlik bir aşk evliliği olmalı
Çocuklarımızı ve geleceğimizi kimlerin eline teslim ediyoruz?
Bu soru çok önemli. Öğretmenliğe giriş, ülkemizde bir aşk evliliğinden ziyade bir mantık evliliği: Genellikle “başka bölüme puanı yetmeyen” ya da “ailesi çok istedi diye” öğretmenliği seçen adayların yoğun olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Eğitim fakültelerine giriş, Finlandiya’da olduğu gibi daha zor ve seçici kılınırsa, örneğin master diploması bizde de zorunlu olursa, eğitim kalitesi de olumlu etkilenecektir. Bütün sorunlarımız belki bu şekilde çözülmez, ama zaten gelişim de adım adım ilerleyen bir süreçtir. Bu adımın öğretmenlerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirecek politikalarla da desteklenmesi gerekir.
Lao Tzu’nun dediği gibi,  “binlerce kilometrelik yolculuk, atılacak tek bir adımla başlar.” 
Yazar: Dr. Bahar Eriş

MÜTEVAZI OLMAK


Harvard’lı psikolog açıkladı: Harika bir ilk izlenim uyandırmanın 10 yolu
Amy Cuddy, insanların sizinle ilk tanıştığı anda sadece tek bir sorunun cevabını aradıklarını ve bu cevabın iş ilişkilerinizin temelini oluşturduğunu söylüyor. 
Soru basit: “Ona güvenebilir miyim?”
Bu soruya olumlu cevap alabilmeniz için yapmanız gereken 10 şeyi sizlerle paylaşıyoruz.
1. Konuşmaktan çok dinleyin. 
Soru sorun. Göz teması kurun. Gülümseyin. Somurtun. Kafa sallayın. Cevap verin, bu cevap ne çok sözlü olmasın ama sözsüz de olmasın. Bir insanın önemli olduğunu göstermek için tek yapmanız gereken bu.
Konuştuğunuzda ise sizden istenmediği taktirde tavsiye vermeyin. Dinlemek, tavsiye vermekten daha çok ilgilendiğinizi gösterir çünkü tavsiye verdiğinizde, bir çok durumda kendiniz hakkında konuşmuş olursunuz.
Eğer buna inanmıyorsanız şöyle düşünün: “Senin yerinde olsaydım” cümlesi kimin hakkında?
Sadece söyleyecek önemli birşeyiniz varsa konuşun ve her zaman “önemli” kavramını kendiniz için değil karşı taraf içim tanımlayın.
2. İlgiyi başkalarını üzerine çekin. 
Hiç kimse yeteri kadar övgü almaz. Hiç kimse. Yani işe insanlara iyi bir iş çıkarttıklarını söylemekle başlayın.
Bir dakika, yoksa neyi iyi yaptıklarını bilmiyor musunuz? Çok ayıp! Zira bilmek sizin işiniz. Şimdiden bu konuyu araştırmak sizin işiniz. İnsanlar sizin övgülerinize müteşekkir olmakla kalmayacak aynı zamanda neler yaptıklarına dikkat edecek kadar onları önemsemenizi takdir edeceklerdir.
Ve tabi ki kendilerini daha başarılı ve daha önemli hissedeceklerdir. Dahası onları böyle hissettirdiğiniz için sizi seveceklerdir.
3. Asla seçici dinleme yapmayın. 
Bazı insanlar kendi altında hissettikleri insanların söylediklerini dinleme yeteneğine sahip değildirler.
Tabi ki onlarla konuşabilirsiniz fakat tek başına düşen ağaç ormanda gürültü yapmaz, çünkü dinleyen kimse yoktur.
İyi bir ilk izlenim bırakanlar herkesi dikkatlice dinlerler ve sosyal statü farketmeksizin hepimizin onlarla ortak paydada buluştuğumuzu hissettirirler.
Çünkü ortak bir noktamız var: hepimiz insanız.
4. Eşyalarınızı ortadan kaldırın.
Telefonunuza bakmayın. Monitörünüze göz atmayın. bir anlığına başka hiçbir şeye odaklanmayın.
Eğer başka eşyalarla bağlantı kurmakla meşgulseniz insanlarla bağlantı kuramazsınız.
Onlara tüm dikkatinizi hediye edin. Bu hediye bir avuç insanın birbirine verdiği bir hediye. Bu hediye tek başına, insanların etrafınızda olmak istemesini ve sizi hatırlamasını sağlayacaktır.
5.  Almadan önce verin ve hiç bir zaman bir şey almayacağınızı varsayın. 
Ne alacağınızı hiçbir zaman düşünmeyin. Ne verebileceğinize odaklanın. Gerçek bir bağ ve ilişki oluşturmanın tek yolu vermektir.
6. Kendinizi beğenmiş davranmayın…
Sizin tutucu, kasıntı, kendini beğenmiş yapınızdan sadece tutucu,kasıntı, kendini beğenmiş insanlar hoşlanır.
Geri kalanlarımız bu durumdan etkilenmez. Aksine sinirlenir, soğur ve rahatsız oluruz.
Üstelik odaya girdiğiniz anda sizden nefret ederiz.
7. …çünkü diğer insanların önemli olduğunu anlamanız gerek. 
Bildiklerinizi zaten biliyorsunuz. Kendi görüşlerinizi biliyorsunuz. Bakış açılarınızı ve perspektiflerinizi biliyorsunuz.
Tüm bunlar önemli değil çünkü onlar zaten sizin. Kendi kendinizden bir şey öğrenemezsiniz.
Fakat diğer insanların neler bildiklerini bilmiyorsunuz ve herkes kim olursa olsun, sizin bilmediğiniz şeyler bilir.
Bu da diğer insanları sizden daha önemli yapar çünkü onlardan bir şeyler öğrenebilirsiniz.
8. Kelimelerinizi seçin. 
Kullandığınız kelimeler başkalarının tavırlarını etkiler.
Örneğin bir toplantıya girmek zorunda değilsiniz, sadece başka insanlarla tanışmaya gidiyorsunuz. Yeni bir müşteri için sunum hazırlamak zorunda değilsiniz, sadece başkalarıyla havalı şeyleri paylaşıyorsunuz. Spor salonuna gitmek zorunda değilsiniz sadece sağlığınızı geliştirmek için egzersiz yapıyorsunuz.
Adaylarla mülakat yapmak zorunda değilsiniz, sadece ekibinize katılacak en iyi insanı seçiyorsunuz.
Hepimiz mutlu, hevesli, başarılı insanlarla iş arkadaşı olmak isteriz. Seçtiğiniz kelimeler diğer insanların kendini iyi hissetmesini sağlar ve sizin de kendiniz hakkında iyi hissetmenize yol açar.
9. Başkalarının başarısızlıklarını tartışmayın…
Kabul edelim hepimiz dedikodu yapmayı severiz. Hepimiz biraz gıybet duymayı severiz.
Sorun şu ki; hiç birimiz o dedikoduyu servis edeni pek de sevmeyiz. Ve dahası o insana kesinlikle saygı duymayız.
Başka insanların başarısızlıklarına gülmeyin. Eğer gülerseniz, etrafınızdaki insanlar aynı şeyi onlar için yapıp yapmadığınızı merak etmeye başlayacaktır.
10.  …fakat kendi başarısızlıklarınızı itiraf etmeye hazır olun
Son derece başarılı insanların başarılı oldukları için karizma sahibi olduğu düşünülür. Başarıları sanki kafalarının üstünde bir hare etkisi yaratır. Adeta parlarlar.
Buradaki anahtar kelime: gözükmek.
Harika bir ilk izlenim bırakmak için son derece başarılı olmanıza gerek yok. Işıltılı yüzeyi yırttığınızda, tüm başarılı insanların bir taşın karizmasına sahip olduğunu göreceksiniz.
Fakat dikkat çekecek derecede karizmatik olmak için olağanüstü derecede hakiki olmanız gerekir.
Mütevazi olun. Başarısızlıklarınız paylaşın. Hatalarınızı itiraf edin. Eğitici bir öykü olun ve kendinize gülün.
Başka kimsenin hatalarına asla gülmemeniz gerekirken kendinizinkilere her zaman gülün.
İnsanlar sizin hatalarınıza gülmeyecek, sizin gülüşünüze eşlik edecektir.
Sizi sırf bunun için sevecek ve her daim etrafınıza olmak isteyeceklerdir.
Yazar: Tuğçe İçözü

EĞİTİM SİSTEMİ VE ZEKA


ZEKA ÖNEMSİZ Mİ?
Nobel ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar’ın, zeka, çaba ve başarı denklemine dair değerlendirmesi büyük yankı uyandırdı. Sancar’ın, “ben zekaya inanmıyorum,” sözleri sonrasında zekamız haliyle alt üst oldu. Üstün yetenekli çocuklar konusunda uzman olan Dr. Bahar Eriş, zekasız çabanın kapasite gelişimini nereye kadar ve nasıl etkileyebileceğini analiz etti..
Nobel ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar, “Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum. Bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum” dedi. Bu açıklama ne kadar bilimsel…
Nobel ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar’ın açıklaması medyada epey yankı yarattı.
Üstün zeka ve yetenek konularında bir uzman olarak, bu konudaki görüşlerimi paylaşacağım.
“Zekanın gelişmesi için çok çalışmak gerekir”, doğru bir tespittir. “Zekasına güvenip çalışmayanlara göre, daha düşük zekada olup çok çalışanlar hayatta daha başarılı olabiliyor” doğru bir tespittir. Ancak “Sadece emek yeter, zeka önemsizdir” düşüncesi, iyi niyetli olsa da, bilimsel verilerle örtüşmeyen bir düşüncedir. Belki de sayın Sancar’ın cümlesini “inanıyorum” şeklinde bitirmesi bilinçlidir, çünkü bir şeye inanmamız onun gerçekten var olduğunu göstermez. Kanıt gerekir.
Sancar’ın çabaya vurgusu, çocuklarımızla iletişimimizde kullanacağımız bir mesaj olarak önemlidir. Son dönem araştırmalar, zekaya değil çabaya övgünün çocukların performansını arttırdığını net bir biçimde ortaya koyuyor.
Tersine, çocuklara sürekli zekisin demek performansı düşürüyor. Bir çocuğa kırk kere aptal dersen aptal olur deriz ya, çocuğa kırk kere zeki demek de çocuğu aptallaştırmaktadır!
Arasında çocukların da olduğu bir izleyici grubuna, arka planda böyle bir hassasiyetle bu açıklamayı yaptıysa, o zaman söyleyecek bir şey yok; hassasiyeti için tebrik ederim.
Ayrıca “nöroplastisite” çalışmaları, beynin çalıştıkça güçlendiğini, yeni bağlantılar kurduğunu, bu sürecin ömür boyu devam ettiğini de göstermektedir.
Ancak bütün bunlar, herkesin eşit düzeyde çalışarak eşit sonuçlar elde edeceği anlamına gelmez. “Başarıda sadece genler önemlidir” demek ne kadar eksikse, “başarıda sadece çevresel etkiler önemlidir” demek de o kadar eksiktir.
10.000 saat kuralı
Öncelikle, çabanın zeka gelişiminde çok büyük önem taşıdığına ben de yürekten inananlardanım. Salt inancın ötesinde, bilimsel çalışmalar da bunu ortaya koyuyor.
Bu konudaki en bilinen kuramlardan biri “10.000 saat kuralı” adıyla popüler hale geldi. Kuram, Florida Üniversitesi Profesörü Anders Ericson’un yıllarca süren bilimsel araştırmalarından temel alıyor.
Kuramı kısaca özetlemek gerekirse, belli bir alanda (bilim, spor, müzik, satranç, vs.) düzenli, sistematik, bilinçli pratik yapan kişiler, aşağı yukarı 10.000 saat (yani 10 yıl boyunca günde 4-5 saat gibi düşünebilirsiniz) sonunda üstün başarıya ulaşıyorlar.
Zeka potansiyelinin üstün performansa dönmesi için çok çalışmak şart. Olağanüstü başarı çok uzun yıllar boyunca bilinçli, düzenli bir çalışma ortaya koymadan, gökten zembille inmiyor. Ben Aziz Sancar’ın da özünde buna vurgu yapmaya çalıştığını düşünüyorum.
Sancar yıllarca emek verip piyano çalsa Fazıl Say olur muydu?
Ancak yıllarca emek verip fizik çalışan herkes sonuçta Einstein olabilir mi? Yıllarca bilgisayarda kod yazan herkes Steve Jobs olabilir mi? Yıllarca futbol oynayan herkes Pele olabilir mi? Sesi pek de güzel olmayan kişi, 10.000 saat sonunda herkesin keyifle dinleyeceği olağanüstü bir şarkıcıya dönüşebilir mi?
Sancar bunun mümkün olduğunu söylemeye çalıştıysa, o noktada kendisiyle ayrışıyoruz. Yoğun çalışma sonunda herkes, çalıştığı alanda başladığı noktadan çok daha ileriye gider. Ama herkes sonunda Nobel ödülünü alamaz.
Fazıl Say’ın babası müzisyen, annesi müzik aşığı bir kadın, müziğin değer verildiği bir evde büyümüş, en iyi öğretmenlerden ders almış, tutkuyla sevmiş piyanoyu, çok çalışmış evet… Sancar da yıllarca emek verip piyano çalsa büyük olasılıkla çok iyi bir müzisyen olurdu, ama bir Fazıl Say olabilir miydi? Ya da Fazıl Say 10.000 saat kimya çalışsa Nobel ödülünü alabilir miydi?
Başarı, pek çok faktörün etkileşiminden doğar
Bazı insanlar belirli alanlarda daha yüksek bir potansiyel ile doğarlar. Burada genetik faktörler, doğum öncesi anne karnındaki beslenme, erken çocukluk yıllarında çocuğa sunulan olanakların zenginliği ve çeşitliliği, aile içi iletişim, çocuklukta yaşanan travmalar ve bunun gibi pek çok farklı faktörün etkileşimi rol oynar.
Örneğin anne karnında yeterince besin alamayan çocukların IQ skorları daha düşük çıkmaktadır. Evinde kitap olan çocukla olmayan çocuğun test skorları farklı çıkar. Anne babasından daha çok sevgi ve ilgi gören çocukların zekasının daha yüksek olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
Çocuklukta ağır travmalar yaşayan, sevgiden, eğitimden, ilgiden, düzgün beslenmeden mahrum kalan çocukların zeka puanları daha düşük çıkar.
Bazen ne kadar emek verirlerse versinler, belli düzeyde ilerlemenin ötesine geçemez bu çocuklar…
Bazen tüm çevresel koşullar eşit olduğunda bile, aynı anne babadan doğup aynı evin içinde büyüyen iki çocuk aynı düzeyde başarıyı yakalayamaz.
Aziz Sancar’ın Nobel başarısı da, bilim yapmaya yatkın genetik yapısının, eğitime değer veren bir aileye doğmasının, Türkiye’de ve yurtdışında aldığı eğitim desteğinin, yoğun çalışmasının, sebatının, tutkusunun doğru yerde, doğru zamanda bir araya gelmesinin sonucudur.
Toplumda dar bir zeka tanımı değer görüyor.
Toplumda sadece dar bir zeka tanımının değer gördüğü konusunda anlaşabiliriz. Bunu eleştirebiliriz.
Örneğin IQ testlerinin ölçmeye çalıştığı matematiksel ve sözel zeka, okul sisteminde en çok değer gören zeka türleridir. Zeka kavramı, sadece bu iki tür zekayla eş tutulur. Klasik eğitim sisteminde “IQ tipi” başarı değer görür.
Oysa bu, farklı alanlarda zeka potansiyeli taşıyan çocukları dışlayıcı bir anlayıştır. Bazı çocuklar okul sisteminde değer görmeyen alanlarda da yüksek potansiyel taşıyabilirler, ama toptancı bir eğitim sistemi içinde “başarısız damgası” yerler.
Örneğin Çoklu Zeka Kuramı’nın babası Prof. Howard Gardner, zekanın 8 farklı tipi olduğunu söyler. Aziz Sancar’da mantıksal-matematiksel zeka, Picasso’da uzaysal zeka, Fazıl Say’da müzik zekası, Charles Darwin’de doğa zekası, ülkemize madalya getiren sporcumuz Çağla Büyükayçay’da kinestetik zeka, Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’ta sözel zeka, bu ülkenin bugüne dek gördüğü en büyük lider olan Atatürk’te sosyal zeka, filozoflarda içsel zeka dediğimiz zeka türünün baskın olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla IQ testlerinin “zeka” testi olduğu hala yaygın ama modası geçmiş bir görüştür; bu testler zekanın sadece belli bir bölümünü değerlendirebilir. Zeka, bir test ile ölçülemeyecek kadar kapsamlı, çok-boyutlu, dinamik ve kültürel bir kavramdır. Yaratıcılık, esneklik, duygusal zeka, iletişim becerileri gibi, bu yüzyılda son derece önemli olan kavramlar da, test ile ölçülemez.
Bu, testler faydasızdır anlamına gelmez. Test de, her araç gibi, kullanım şekline göre değer kazanır. Bıçağı ekmek doğramak için de kullanan var, insan doğramak için de. Bu, bıçağı iyi ya da kötü yapmaz; kullanım amacını iyi ya da kötü yapar. Test, doğru kişilerin elinde, doğru şekilde kullanıldığı ve yorumlandığı zaman fayda sağlar. Çocukların hangi alanlarda ileri olduğu, hangi alanlarda gelişim sağlayabileceği konusunda fikir verir.
Asıl mesele, kendini gerçekleştirme
Kısacası, zekanın tek tip olduğuna inanmasam da, zekanın önemsiz olduğuna inanmıyorum. “Zeka önemsizdir, emek her şeydir” demek; “yer çekimi önemsizdir, insan emek harcayıp ayağını yere yeterince kuvvetli basarsa, yerçekimi olmadan da ayakta durmayı başarır” demek kadar bilimseldir.
Çalışmanın da müthiş değerli olduğu su götürmez. Ancak her çocuk yoğun çaba sarf ederek hayatın her alanında yüksek başarı elde edemeyebilir. Picasso, bir dehadır, ama matematiği berbattır. Okul başarısı çok düşüktür. Sınıfı öğretmenin verdiği kopyalarla geçebilmiştir. Neyse ki ressam babası sayesinde resim yeteneği ortaya çıkabilmiştir. Türkiye’de doğsaydı, TEOG’da çakılıp kalabilirdi.
Asıl tartışma, her çocuğun içindeki potansiyeli nasıl ortaya çıkarıp geliştirebileceğimiz olmalıdır. Çocuğun içinde olmayanı oldurmaya zorlamak, “papaz eriğini imam eriğini dönüştürmeye” çalışmak gibi tuhaf ve sağlıksız meyveler verebilir. Eğitim sistemi, çocuğun içinde var olan potansiyeli keşfedip kendini gerçekleştirebilmesine, olabileceğinin en iyisi olabilmesine odaklanırsa, daha sağlıklı, mutlu ve başarılı kuşaklar yetişir.
Şu anki eğitim sistemimiz bu konuda çok yetersiz. Yeterli olsaydı, ülkeden çıkan patent sayısı bu kadar düşük olmazdı. Beyin göçü buradan gelişmiş ülkelere doğru değil, tersi yönde olurdu. Aziz Sancar gibi nice değerli bilim insanımız, sanatçımız, kendilerini gerçekleştirmek için yurtdışına gitmek zorunda kalmazdı.
Ezbere dayalı, sorgulamaya düşman, yaratıcılıktan bihaber, yeteneksavar bir eğitim sistemiyle daha ne kadar yol alabileceğimiz meçhul.
Dünya bambaşka, yepyeni şarkılar söylerken, biz hala nuh nebiden kalma yöntemlerle eğitime devam edemeyiz.
Sadece emek vermek yetmez; zekice bir eğitim sistemi için emek vermemiz lazım. 
Yazar: Dr. Bahar Eriş 

TEMBELLİK


Tembellik yüksek IQ göstergesi

Tembellik sonunda hak ettiği yeri buluyor mu? Dünya var olduğu günden bu yana odağı olduğu eleştiriler karşısında bile harekete geçmeyen tembellik hakkında bildiklerini unutun. Son araştırmalara göre tembellik yüksek zeka göstergesi! Nasıl mı?
Tembellik yüksek zekanın göstergesi
Florida Gulf Coast Üniversitesi‘nden araştırmacılar yüksek IQ ile tembellik arasındaki ilişkiyi ölçmek için bir deney gerçekleştirdi. Araştırmada öncelikle onlarca yıl önce uygulanan bir metot uygulandı. Katılımcılara “Problemlere yeni çözümler üretmemi gerektiren etkinliklerden çok hoşlanırım” ve “Sadece ihtiyacım olduğu kadar düşünmeyi tercih ederim” gibi cevaplar arasından hangisine daha yakın hissettikleri soruldu. Buna göre katılımcıların düşünmeyi mi yoksa eyleme geçmeyi mi tercih ettiği öğrenildi.
Yüksek IQ sahibi insanların daha zor sıkıldığı ve bunun da düşünmeye daha fazla vakit ayırmakla sonuçlandığı düşüncesi test edildi. Araştırmaya göre daha düşük IQ’ya sahip insanlar ise çabuk sıkıldıkları için ya da düşüncelerini dağıtmak için vakitlerini daha fazla etkinlikle doldurma ihtiyacı hissediyor.
Katılımcıların hareketleri takip edildi
Todd McElroy liderliğindeki araştırma ekibi daha sonra 30 ‘düşünen’ ve 30 ‘düşünmeyen’ katılımcıyı bir hafta boyunca takip etti. Katılımcıların bileğine yerleştirilen takip cihazı, hangi katılımcının ne kadar hareket ettiğini ölçtü. Sonuçlar toplandığında ‘düşünen’ grubun ‘düşünmeyenlere’ göre çok daha az hareket ettiği görüldü. Bu sonuçlar araştırma ile ilgili hazırlanan makalede ‘oldukça önemli’ ve ‘çok güçlü’ gibi ifadelerle nitelendirildi.
Ancak her iki grubun da hafta sonu etkinlik rakamlarının birbirine benzer çıkması araştırmacılar tarafından açıklanamadı.
Tembel yaşam sağlığı bozuyor
McElroy, daha zeki ve daha tembel olmanın sağlıksız bir yaşam sürmeye yol açtığı konusunda uyarıda bulundu. Az hareket etmenin kişinin genel sağlığı üzerine olumsuz etkileri olduğunu söyleyen araştırmacı, zeka seviyesi ne olursa olsun, herkesin uzun süre sabit durmaktan kaçınması gerektiğini ifade etti.
Britanya Psikoloji Birliği’nden araştırma ile ilgili yapılan açıklamada ise “Fazla düşünen bireylerin, hareketsiz bir yaşam tarzının sonuçlarının farkında olmasının, bu bireylerin kendilerini daha fazla hareket etmeye zorlayacağı anlamına gelebileceğini ifade etti.
Araştırma sonuçları ciddi anlamda bu teoriyi doğrular nitelikte olsa da katılımcı grubunun küçük olduğu göz önünde bulundurulmalı.

HAYAT DERSLERİ


Dostoyevski’den hayat dersleri

“Yeni bir adım atmak ve yeni bir söz söylemek, insanların en korktuğu şeylerdir.” Bu çarpıcı tespite, ve elbette çok daha fazlasına imzasını atan Dostoyevski’nin pek çok satırı birer hayat dersidir. İşte dünya edebiyatının en büyük ustasından hayatınıza ışık tutacak 15 hayat dersi…
İnsan Sarrafı Dostoyevski’den, Hayatınıza Işık Tutacak 15 Hayat Dersi:
Dünya ve Rus Edebiyatının büyük ustası, yazdıkları eserler ile ismini duymayan kalmamış, romancılığın en büyükleri arasında sayılan Dostoyevski’nin derin sözleri sizi farklı bir boyuta taşıyacak.
1. “Sevmek, güzel birinde aşkı aramak değil, o kişide bilmediğin bir zamanın, beklenmedik bir anında kendini bulmaktır.”
2. “Yeni bir adım atmak ve yeni bir söz söylemek, insanların en korktuğu şeylerdir.”
3. “Acı çekmek, büyük bir zekaya ve duyarlı bir yüreğe sahip kişiler için her zaman kaçınılmazdır.”
4. “Gece ne kadar karanlıksa, yıldızlar o kadar parlaktır. Derdin ne kadar büyükse, Tanrı’ya o kadar yakınsın.”
5. “Ya hatalarınla yüzleşir, ya da hatalarınla yüzsüzleşirsin. Cahil olmak ayrı, pislik olmak ayrıdır.”
6. “Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur.”
7. “Yalan öyle nüfuz etmiş ki insanların diline, ‘doğruyu söylemek gerekirse…’ diye bir kalıp var.”
8. “İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır.”
9. “Zamana güven, her şey unutulur. Şu anda aklı başında davranmak, sonradan aklının başına gelmesinden iyidir.”
10. “Yanlış kişiden samimiyet beklediğin an, kırılıyorsun.”
11. “Hiçbir zaman doğru insan çıkmaz karşına. Ya zaman yanlıştır, ya da insan.”
12. “Anlamından çok hayatı sevmeli. Anlam ancak o zaman anlaşılır hale gelir.”
13. “Farkındalık, hastalıktır.”
14. “İnsanın ruhunu yücelten bir acı, ucuz bir mutluluktan evladır.”
15. “Bir çocuğun ölümünü görmektense evrene geliş biletimi iade etmek isterim.” 

ZAMAN YÖNETİMİ


ÇOK ÇALIŞMADIĞINIZDA DA İŞLER BİTER
Yazı içeriğin daha az çalışmaya teşvik etmekle bir ilgisi yoktur! Baştan söyleyelim, tembelliğe övgü de değildir! Çok çalışmaktan ve çok çalışmaktan şikayet etmekten bunaldıysanız yapmanız gereken etkili zaman yönetimi uygulamaktır. İşte bu konuda uzman tavsiyeleri…
Çok çalışmaktan bunalmayanımız var mı?
Çalışan insanlardan en sık duyulan şikayet: Uzun saatler bitmek bilmeyen işler ile mücadele için fazla çalışmak ve ayların yılların birikimiyle bunalmak… Ne yapmalı? Kabul mü etmeli, mücadele mi?
Konuşmacı olarak katıldığı bir konferansta, Inc yazarı Jeff Haden kısa bir anket yapmaya karar vermiş ve dinleyicilere “Kaçınız kendinizi çok çalışıyor ve üstünüzdeki ağır iş yükünden dolayı bunalmış hissediyorsunuz?” sorusunu sormuş. Kendisini can kulağıyla dinleyen toplulukta kalkmayan el kalmamış. Günümüzün çılgın hızda akan çalışma hayatında hepimizin kendini fazla çalışıyor hissetmesi çok doğal. Çalışma saatleri, bitmek bilmeyen projeler, kendini sürekli zamana karşı yarışıyor hissi bir araya gelince de baskın bir bunalma hissi içinde olmamız da kaçınılmaz. Etkili bir şekilde profesyonel ve kişisel yaşamlarımızı dengelememiz için her gün mücadele veriyoruz. Çoğu zaman terazide iş yaşamı ağır çeken taraf oluyor. İş yaşamımızı etkili hale getirmek için yazılımlara, uygulamalara, zaman yönetimi sistemlerine umut bağlıyor, bu çözümleri etüt edip kendimize en uygun olanı seçme yoluna gidiyoruz. Çözümü hep dışarıda teknoloji dahilinde arıyoruz. Aslında çözüm dışarıda değil, içeride: KENDİMİZDE.
Fazla çalışmanın çözümü etkili zaman yönetimi
Overworked and Overwhelmed: The Mindfulness Alternative adlı kitabın yazarı Scott Eblin, kendinizi fazla çalışıyor ve iş yükünden bunalmış hissetmemenin tek yolu kendi kendinizi bu konuda eğitmenizle mümkün diye yazıyor. Eblin’e göre, her şey tek bir disiplin çevresinde yapılmalı. Bilinçli bir şekilde zamanınızı yönetmeye odaklanmalısınız bu sayede her işi en etkili şekilde tamamlamaya gayret edersiniz. İlham almış, olayların/durumların içinde ve etkin bir biçimde çalışan ve özel yaşamının keyfini çıkaran biri haline gelirsiniz. Eblin’in zaman yönetimi ve kendini fazla çalışıyor hissinin üzerinden gelme konusunda önerileri şöyle:
1. ŞİMDİ’NİN FARKINDA OLUN, ANCAK SİZİ YÖNETMESİN
Her zaman anı yaşayan insanlar, genellikle geleceğe yönelik plan yapmaz, hedeflerini ve hayallerini nasıl adım adım gerçekleştireceklerini planlamazlar. Bugünü yaşamanın, gündelik işlere konsantre olmanın yararları olmakla beraber, bazı gündelik işlerin birçoğu çok da önemli değildir, özellikle de uzun dönemdeki planlarınızı düşünecek olursanız, günü döndüren işlerin çoğunun sizi hedeflerinize götürmeyeceğini görürsünüz. Bu nedenle öncelikle kendinize şu soruyu sorun:
2. “BU GERÇEKTEN GEREKLİ Mİ?”
Her zamanki alışkanlıklarınızı gözden geçirin. Haftalık toplantılarınız gerçekten gerekli mi? Başka işleri yaparak geçireceğiniz zamanı toplantıya ayırmanın getirileri ve götürüleri neler? O raporu her gün yapmanız ne kadar gerekli? Bu e-maile hemen cevap vermeniz şart mı? Birçok günlük aktivitenin aslında işinizi kolaylaştıran araçlar olmaktan çıkıp işin yoğunluğuna katkıda bulunacağını göreceksiniz. Birçok iş sorgusuz-sualsiz alışılageldiğinden yaptığınız oysa işinize yardımcı olmaktan uzaklaşmış ve gereksiz işler.
İşinizi kolaylaştırmayan bilakis zaman kaybına yol açan işlerin listesini yapın. Bu işlerin artı ve eksilerini gözden geçirip eksileri ağır basanları eleyin. Bu tür zaman alan ancak işlevini yitirmiş işleri elemenin, size önemli avantajlar sağladığını göreceksiniz. Öncelikle gün içerisinde daha çok zamanınız olacak ve bu zamanı daha stratejik işler için kullanabileceksiniz.
3. TAKVİMİNİZİ YENİDEN DÜZENLEYİN
Bazı işleri analiz ettiğinizde gerçekten gerekli olduklarını ancak öncelikli olmadıklarını göreceksiniz. Kendinize bir soru daha sorun: “Evet bu iş yapılması gerekli ancak bugün yapmam gerekli mi?” Bu işi yaparak hangi işleri ötelemem gerekli, hangi iş daha öncelikli.
Aynı bakış açısı aniden önemli bir durumun veya işin gündeme gelmesiyle de ortaya çıkar. Acilen takviminizi düzenlemeniz ve önceliklerinizi yeniden belirlemeniz gerekecektir. İşleri tamamlamak ve sonuçlandırmak iyi bir şeydir ancak günün sonunda asıl önemli olan doğru işleri bitirmektir.
4. KENDİNİZE ÖZGÜ İŞ YAPMA RİTMİNİZİ BELİRLEYİN VE BU RİTMİ KORUMAYA ÇALIŞIN
Herkesin çalışma biçimi, rutini ve ritmi birbirinden farklıdır. Bazıları sabaha hızlı başlamak, hızla işlerini
toparlamak isterler, diğerleri güne sakin, huzurlu, düşünerek ve sonuçlar çıkararak daha yavaş bir tempoda başlamayı tercih ederler. Bazıları sabah çok verimli çalışırken, diğerleri gece geç saatlerde konsantre olabilirler. Kilit nokta en verimli olduğunuz zamanı saptamak ve ona göre çalışma stratejileri geliştirmektir. Örneğin, en iyi çalıştığınız zaman gece ise, ancak tüm günü yoğun bir şekilde geçirdiyseniz, geç saatlere enerjiniz kalmayacaktır. Bu da beyninizin en iyi çalıştığı saati iyi değerlendirmemenize sebep olacaktır. En verimli çalıştığınız saatleri bulun ve gün içindeki programınızı ona göre yapın.
5. EN ÖNEMLİ İŞLERİ BAŞA ALIN
Bu ayın en önemli ve öncelikli işleri neler? Bu haftanın? Peki ya bugünün? İşleri belirleyin ve hızla bu işleri tamamlamaya başlayın. Neden önemli işleri tamamlayarak değer katacağınız yerde, ufak tefek işlerle zaman kaybedeceksiniz ki… Amacınız, işte ve özel yaşamınızda önemli işler başarmak ve değer yaratmak olmalı. Yaptığınız her işte aklınızda bu olsun.
6. AKILLI KARAR VERMEK İÇİN DÜŞÜNCENİZİ SERBEST BIRAKIN
Özellikle karmaşık problemleri çözmeye çalışırken, akıllı çözümler getirmek için düşüncelerinizi serbest bırakmayı denemelisiniz. Verileri inceleyin, üzerine düşünün sonra konuyu kapayın ve ara verin. Sevdiğiniz bir işle meşgul olun. Yürüyüşe çıkın, bir müzik aleti çalın, arkadaşlarınızla yemeğe çıkın. Bırakın bilinçaltınız sizin için problemi çözsün. Üzerine uyumak deyimini hatırlayın ve bilinçli bir şekilde değerlendirdiğiniz verileri bilinçaltınızın gözden geçirmesine izin verin. Ani kararlar vermek yerine bambaşka işlerle uğraşarak ara vermeye ve aniden beyninizin sizi şaşırtacak şekilde dahiyane fikirler üretmesine tanık olun.
7. SINIRLARINIZI NET BİR ŞEKİLDE KOYUN
Hiç kimse 7 gün 24 saat çalışamaz, çalışmamalıdır. Buna karşın günümüzde birçoğumuz 7/24 çalıştığımızı hissediyoruz. Bunun en önemli sebebi kendi kendimizi bu duruma sokmamız. Bazı zamanlarda işe hayır demeniz ve sevdiklerinizle zaman geçirmeniz, e-mailinize bakmaya ara vermeniz, önemli olmadığını bildiğiniz telefonları açmamanız en doğru yaklaşım olacaktır. Bu sayede hem özel hayatınıza dolu dolu zaman ayırmış, hem de iş çevresinde belli sınırlarınız olduğunu herkese hissettirmiş olacaktır. Siz zamanınızın kıymetini bilmezseniz, çevrenizdeki kimse sizin zamanınıza değer vermez.
8. EVET VE HAYIR DERKEN STRATEJİK OLUN
Her şeye evet diyemezsiniz. Evet deseniz de her şeye yetişmenize imkan yoktur. Dolayısıyla, evet dediğiniz şeylerin birçoğunu yapamaz olursunuz. Sonuç itibarıyla, hayır demiş olursunuz. Aslında, evet deyip yapamamak, başında hayır demekten daha da kötüdür çünkü karşınızdakinin beklentisini karşılamamış olursunuz, onu yarı yolda bırakırsınız. Bazen başından “hayır” deme gerekliliğinin farkında olun. Bazı zamanlarda şartlı bir hayır veya evet yerinde olacaktır. “Hayır bugünkü ilerleme seyriyle bu projenin yaz başında tamamlanmasına imkan yok. Eğer bu projenin yazdan önce tamamlanmasını istiyorsanız, tüm ön çalışmaların Mayıs’tan önce tamamlanmasını sağlayın”… ya da “Evet, ancak sizden şu tarih itibarıyla şu koşulların yerine getirilmesini istiyorum”… Şartlarınız karşınızdakini işlerin tamamlanmasında aktif bir konuma getirecek ve iki taraf için de beklentilerin gerçekçi olmasını sağlayacaktır.
Bir soruya veya teslimat tarihine otomatik bir şekilde evet demeden önce düşünün. Yapılabilirliğine, sizin hedeflerinizle örtüşmesine dikkat edin. Hiç düşünmeden kabul edilen bir teslimat tarihi sizin önceliklerinizde önemli bir kaymaya sebep olabilir. Gerçekçi olun ve sadece yapabilirlikleriniz içinde söz verin.
9. KAFANIZI DAĞITAN ŞEYLERİ KAPATIN
Birçok insan işyerinde geçirdiği bir saat içinde en az 30 kez bölünür: telefon, e-mail, SMS, ofise uğrayan davetsiz misafirler vs.. liste böyle devam eder. Eğer siz bu mecburi aralara dur demezseniz, işinizi işte yapmanız neredeyse imkansız hale gelir. Gün içinde kendinize belli zaman araları belirleyin, tüm çağrılara, sizi bölen tüm aktivitelere dur deyin. Takviminize uymanızın tek yolu takvimin kontrolünün sizde olmasıyla mümkündür. Kontrolü ele alın.
10. DİĞER İNSANLAR ÜZERİNDEKİ ETKİNİZİ HATIRLAYIN
Eğer liderlik konumundaysanız, beraber çalıştığınız insanlara etkiniz tartışılmazdır. İşin yönünü belirlersiniz, belli bir standart oluşturursunuz. Rol modeli konumundasınızdır. İyi bir rol modeli olun. Büyük resmi gören, önemli işlere öncelik veren, hedeflere ulaşamaya konsantre olan ve diğer çalışanların kendi hedeflerine ulaşmasına yardımcı olan bir lider olun. Böyle bir lider olabilmek için ilk yapmanız gereken kendi zamanınızı en iyi şekilde yönetmek olacaktır.