Bu Blogda Ara

16 Ekim 2011 Pazar

BEN DE ZENGİN OLACAĞIM


Günümüzde fakirlik ile isyanın birbirine çok yakın olduğunun farkındayız. Fakat düşünmemiz gerekiyor, zenginlik ve isyan birbirinden daha mı uzak? Fakirliği kötülerken, zenginliğin, paranın, ihtişamın insanı nasıl körleştirebildiğini genellikle unutuyoruz.

Biz, ‘bir lokma bir hırka’ya razı olunmalı demiyoruz. Sadece malla-mülkle nefes alabileceğimiz saplantısının büyük bir yanılgı olduğuna dikkat çekmek istiyoruz. Malın mülkün bırakın nefes vermeyi, nefesimizi kesebileceğini görmek gerektiğini düşünüyoruz. Asıl mesele fakir ya da zengin olmak değil, “İNSAN” olmak diyoruz.

Ve kavramı yeniden hatırlatıyoruz: Yardım ve Kanaat... Zenginlerimiz kanaatkâr oldukça yardım edecekler. Fakirlerimiz helal yoldan kazanç peşinde koşarken kanaatkârlıkla isyandan korunacaklar.

Bir yandan çayımızı yudumlayıp, bir yandan sohbet ediyoruz. Her zamanki arkadaş toplantılarından biri. Sohbet, ülke gündemiyle başlamış, sonra kendi tavrımızın ne olacağına gelmişti. Kimse bu konuda net şeyler söyleyemiyor, sohbet uzayıp gidiyordu.

Sohbet, ani bir gürültüyle kesildi. Yan odada oynayan çocuklar bulunduğumuz odaya doluştu. Tabii her zamanki neşe, bağırış çağırışlarıyla. Mecburen ilgimiz çocuklara yöneldi. Onlar bu ilgiden memnun, yanımıza sokuldular.

Arkadaşlardan biri, her halinden afacanlık akan çocuklardan birinin kolunu tutarak sordu:

- Söyle bakalım, sen büyüyünce ne olacaksın?

Yedi-sekiz yaşlarındaki çocuk, kısa bir süre durakladıktan sonra çok bilmiş bir edayla cevap verdi:

- Zengin olacağım!

Herkes şaşırmıştı. Kısa bir duraklamadan sonra arkadaş tekrar sorma ihtiyacı hissetti:

- Nasıl yani? Doktor mu olacaksın, yoksa mühendis mi?

Çocuğun o klasik cevaplardan birini vermeye hiç niyeti yoktu. Tereddütsüz tekrarladı:

- Yoo. Ne doktor olacağım, ne de mühendis. Ben sadece zengin olacağım!

Çocuğun sözleri sanki bir an havada asıldı kaldı. Kimse ne diyeceğini bilemiyordu. Sessizlik... Bütün cesaretimi toplayarak bir soru da ben sordum:

- Niçin zengin olmak istiyorsun bakayım?

Çocuk böyle saçma bir soruyu niçin soruyorsun der gibi baktıktan sonra anlatmaya başladı:

- Zengin olursam her istediğimi alabilirim. Televizyonda gördüklerimi isteyince babam param yok diyor. Ama başka çocuklar alıyorlar. Nasıl aldıklarını sordum, babam zengin diyorlar. Babam da, annem de kendi aralarında hep parasızlıktan şikayet ediyorlar. Zengin olursam onların da istediklerini alacağım. Televizyon da hep zengin insanları gösteriyor. Onlar hep güzel yaşıyorlar. İnsan zengin olunca mutlu oluyor. Mühendis olunca insan mutlu olmuyor ki. Benim babam da mühendis. Onun için ben de zengin olacağım.

Hiçbirimiz çocuğun yanıldığını söyleyemiyorduk. Çünkü günlük yaşantımızla, konuşmalarımızla biz de her gün aynı cevabı vermiyor muyduk? Aslında verilen cevap çocuğun değil, bizlerin cevabı değil miydi? Çocuk, safiyetle dile getirmişti bunu, o kadar.

Her gün yaşamın güzelliklerinden konuşurken dahi, sürekli zengin olma hayalleri kuruyoruz. Toplum hızla bu yöne doğru kayarken, bizler de bu sele kapılıp gidiyoruz. Artık rüyalarımızı, hayallerimizi, güzel insan olmak, helal lokma yemek, yayrarlı evlatlar yetiştirmek süslemiyor. Artık içimizde bir Abdülkadir Geylanî olmanın, bir Mevlâna olmanın, bir Yunus olmanın heyecanı dolaşmıyor. Şimdi sohbetlerimizi, hayallerimizi, rüyalarımızı sadece zengin olmak süslüyor. Hem de çalışarak terleyerek değil, en kısa yoldan zengin olmak.

İnsanlarımızın bir kısmı zengin olduğunda, renkli basında gördüğü insanlar gibi gayri meşru bir hayatı hayal ederken, bir kısmımız da ev, araba almayı, çocuklarımızı yurt dışında okutmayı, rahat rahat yaşamayı hayal ediyor.Ama kendimizi kandırıp kandırmadığımızı kim söyleyebilir?

Sonuçta düşünce dünyaları, hayat tarzları ne olusa olsun, herkesin hayalini zengin olmak süslüyor.

Asıl mesele fakir ya da zengin olmak değil, “İNSAN” olmak

Prof.Dr.Ali Seyyar

HERKESİN BİR HİKAYESİ VAR

Yaşıyorsak, bir hikaye yazıyoruz demektir. Kimimiz bu hikayeyi bilinçli yazar, kimimizse bilinçsiz yaşamın akışında sürüklenir gider. Ve derler ki “yaşamda sürüklenip gidersen hayata etki edemez, istediklerini elde edemezsin”. Oysa çok da doğru değildir bu söylem. Neden mi? Her sürükleniş, sürüklenmeyene bir hikayedir de ondan. Sürüklendiğini düşünen sürüklenenin kendisi midir yoksa gördüğü kişinin aynı hayat tarzını yaşamasını bekleyen diğerleri midir?

Sürüklenen bazen kendi hikayesini yazar ve anlatır, bazen başkası onu gözlemler, yorumlar ve anlatır. Sürüklenenle sürüklenmeyen arasında ki farkı yaratan hikayenin nasıl kurgulandığıdır. En renksiz hikayeleri renkli ve ilham verici yapan yaşanılanların yorumlanış şeklidir. Yaşarken çekilen acılar elde edilen sonuçlardan sonra “yeniden yorumlanır” ve hiç bir zaman tam olarak yaşandığı anki duygularla ifade almaz. Tıpkı her başarının hem bir önce ki hem de bir de sonra ki versiyonu olduğu gibi…Yani başarıdan sonra hayat hikayelerinin yeniden yazılması gibi…

Hayatı ilginç yapan yarattığımız hikayelerdir. Hikayelerin nasıl yorumlandığı davranışlarımızı da etkiler. Örneğin zayıflamak isteyen ama zayıflayamayanlarla, zayıflamayı başaranları tetikleyen nedir dersiniz?

Harvard profesörü Ellan Langer’ın araştırmasına bir göz atalım.

84 otel çalışanına “yaptıkları işin (oda temizliği) aktif bir hayat stili yarattığı ve yönetimin de bunu desteklediği” söyleniyor. Bu işi yaparken nasıl aktif kaldıkları da örneklerle anlatılıyor. Ikinci bir gruba hiç bir şey söylenmiyor. 4 hafta sonra birinci gruptakilerin zayıfladığı, tansiyonlarının normale çekildiği, yağ oranlarının dengelendiği görülüyor. Ikinci grupta ise bir değişiklik görülmüyor.

Upenn profesörü Martin Seligman birinci grubun verilen mesajı hayata geçirmiş olmasının kişinin “optimistlik derecesi” ile ilişkili olduğunu söylüyor. Yani, tahmin ettiğiniz gibi bir gruba bilgi verildiği diğer gruba bilgi verilmediği için değil. Zayıflamaya karar verenler ve aksiyon alanların hayata bakış açısı ve kendilerine anllatıkları hikayeler farkı yaratan.

The New York Times’dan Benedict Carey’in ele aldığı “This is Your Life (and how you tell it)” isimli makale’de cömert ve vatandaşlık duygusu gelişmiş kişilerle ciddi bir rahatsızlığı psikoterapi ile yenmiş kişilerin hayat hikayelerini benzer ifadelerle dillendirdiklerine dikkat çekiyor.

Son yıllarda ki araştırmalar, kendinize nasıl hikayeler anlattığınızın önemine daha da vurgu yapıyor. Yazdığımız hikayeler aslında kişiliğimiz hakkında ipuçları da veriyor. Örneğin, başarılı bir iş yaşantınız varken yaşadığınız bir hastalığın herşeyi mahvetmesi, içinde bulunduğunuz dilimde olayları negatif kurgulama eğiliminde olduğunuzu gösterirken, hastalığın size daha yaratıcı bir kimlik verdiğini söylemeniz, hikayelerinizi yorumlama şeklinizin daha olumlu olduğuna işaret ediyor. Dolayısıyla, yaşadıklarınızı nasıl anlatmayı seçtiğiniz de davranışlarınıza etki ediyor.

Davranışlarınızı değiştirmek istiyorsanız, yaşadıklarınızı nasıl yorumladığınızı gözlemleyin.

En önemlisi, hikayelerinizde hep bir acı, çöküş, keşkeler varsa, onları yeniden yorumlayabilmek mümkün mü buna bir bakın. Olaylar arasında farklı ilişkiler kurarak, hikayelerinizi yeniden kurgulayabilirsiniz.

Bu size ne mi sağlar?

Ileriye doğru daha olumlu adımlar atabilmek için geçmişinizle barışmanızı sağlar...

15 Ekim 2011 Cumartesi

GELECEKTEN HEPİMİZ SORUMLUYUZ

Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.


Ne kadar doğru ve anlamlı bir söz. Evet, bizler bir insan olarak beşeri yaşantımızda hem yaptıklarımızdan, hem de yapmadıklarımızdan sorumluyuz. Ne ekersen onu biçersin diyen atalarımız, boşuna söylememiş.

Nefsimizle yüzleşelim ve kendimize soralım, ben bu ülke için ne yaptım? Eğer bu soruya, işte ben yıllarımı verdim çalıştım emekli oldum, diye cevap veriyorsak, bu ülke için hiç bir şey yapmamış, yalnız kendimiz için çalışmışız demektir. Bu ülkenin özgürlüğü, insan hakları adına ne yaptık? Bu ülke için evlat yetiştirirken, hangi beklentiler içindeydik? Bu ülkenin birliğini, beraberliğini sağlamak, bizleri yönetecek doğru insanları seçebilmek adına, nasıl bir hizmetimiz, katkımız oldu? Toplumu bilinçlendirme adına neler yaptık. Daha da açıkçası kendimizi gerektiği gibi yetiştirebildik mi? Dünyadan ne kadar haberimiz var? Dünya bizleri nasıl tanıyor, amaçları nelerdir? Düşmanlarımızı tanıyıp, önlemler alabildik mi? Yoksa onları koynumuzda yetiştirip büyüttükte, haberimiz bile mi yok?

Evet, hepimiz sorumluyuz, hiçbir şey yapmadığımızdan, mirasyediler gibi, yaptıklarımızla övünüp, yapamadıklarımızdan sorumluyuz. Birileri bizlerin özgür iradesini almış. Ne yapacağımızı söyleyenler, ne düşünmemiz gerektiğini, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna da kara vermişler. Bir rol biçmişler bizlere, adeta o rolü oynayan figüranılar gibiyiz.


Toplum değiştirilmiş, genleriyle oynanmış. Birlikten beraberlikten söz edenler, bölünmüş kamplara, düşman görür olmuş karşısındakini. Kardeşin kardeşe düşmesini, seyretmişiz film seyreder gibi. Onlar, bizler diye ayırmışız bu vatan evlatlarını.

Vatan, dikenli bir gül gibidir. Onun kıymetini bilmek için, ona âşık olmak gerek. Gülün dikeni var diye üzüleceğimize, dikenin çiçeği var diye sevinmesini öğrenmeliyiz.

Gelin bizlerin üzerinde dolaşan, karabulutları dağıtalım. Dostça, kardeşçe yaşayalım bir yumruk olarak. Sevindirmeyelim düşmanlarımızı. Toplumun karamsarlığına ışık tutalım, su serpelim gönüllerine. Yıkmayalım demokrasimizin duvarlarını, düşman yapmayalım vatan evlatlarını birbirine. Bir söz vardır, (Bir bugün, iki yarına bedeldir…) derler. Gelin pişman olmak istemiyorsak, bugünkü işimizi yarına bırakmayalım. Bu ülkede dostça, kardeşçe, huzur içinde yaşamak istiyorsak, tek bir yumruk olalım.

Bir nehir olup, bir şelale gibi, sadece kendimize doğru akmamız gereken bir zaman dilimindeyiz.

Bir an önce kucaklaşmalı, kendimizle barışmalı, el ele, kol kola girmeliyiz. Yüreklerimizle bu yolu hep birlikte yürümeliyiz.

Şimdi zaman “KOL KOLA, YÜREK YÜREĞE, DAYANIŞMA ZAMANIDIR”