Size bir olay anlatıldığında ya da gazeteden bir şey okuduğunuzda, bunu eleştirmeden algılamaya çalışın. Herkesin o anki hissedişine göre kendisi için en iyi şeyi yaptığını benimseyin ve böyle düşünmeyi alışkanlık haline getirin. Bu sürekli eleştirildiğiniz hissiyatını ortadan kaldırır ve herkesin kusurları olduğunu benimsemenize yardımcı olur.
İtici davranan ve giyinen, vücut dili kötü olan biriyle karşılaştığınızda şu parolayı tekrarlayın: "Böyle görünmeyi tercih etmesi nedeniyle suçlu değil."
YARGILAMAYIN
İş yerinizden ya da ailenizden birine birkaç dakikanızı ayırın. Sizi sıkan tavırlarını inceleyin ve bunu yaparken onu kesinlikle yargılamamaya özen gösterin. O kişinin bu tavırlarla uyumlu yaşam koşulları olduğunu kabul edin.
Özgüven sarsıntısı geçirdiğinizi hissettiğinizde, kendinize "..... yapsaydım ne olurdu?" diye sorun.Yani; düşseydim, bana gülselerdi, işe alınmasaydım, beni beğenmeseydi, reddedilseydim, vs. gibi...Soruları kendinizi sinirlendirinceye kadar devam ettirin. Bir an gelecek ve hiçbir şeyin ''en kötü'' durum olmadığını kabul edecek, böyle düşünmekten vazgeçeceksiniz.
KENDİNİZİ SEVİN
Kendinizi değersiz hissetmeye başladığınız zaman, ".... benim bir parçam, ben .......''dan ibaret değilim" egzersizini yapın. Örneğin "Kırılganlığım, sessizliğim benim bir parçam, ben kırılganlıktan ibaret değilim" gibi... Bu olumsuz olduğuna inandığınız bir yönünüzün kafanızda sürekli yankılanmasını engeller. Sizin olumsuzluktan ibaret olmadığınızı kabul etmenize yardımcı olur.
Aptalca bile bulsanız, "Kendimi seviyorum çünkü ..." kartları hazırlayın. Soluksuz kaldığınızda, kendinizle baş edemediğinizde, kartlarınızı çantanızdan çıkarın ve tek tek bakın. Olumsuz düşünceleri ve güvensizliği üzerinizden atmanıza yardımcı olacaktır.
Zihninizde olumsuz bir düşünce oluştuğunda kendinize yüksek sesle "Dur" demeyi alışkanlık haline getirin.Özgüven önemli bir kişisel özelliktir; yaşamla baş etmemizi ve sorunlarla gerçekçi bir şekilde mücadele etmemizi sağlar ve zorluklara dayanmamızı kolaylaştırır. Özgüven kazanma süreci, yaşamın önemli zorlukları ile başa çıkma gücüne sahip ve mutlu olmaya layık bir kişi olma deneyimidir. Özgüven insana güç verir, enerjisini artırır ve daha fazla çaba göstermeye özendirir. Başarı için ilham kaynağıdır. Başarılarımızla gurur duymamızı ve onlardan keyif almamızı sağlar.
Bizim yaklaşımımıza bağlı olarak başka insanlar ve dışımızdaki olaylar özgüvenimizi yükseltebilir ya da bitirebilirler. Yaşama özgüvenli bir şekilde yaklaşmak ve bunu sürdürmek önemlidir. Ancak, aşırı bir güven duygusu ile hareket ederek kendimizi ve diğer insanları tedirgin etme riskini de almamak gerekir.
Özgüvenimiz olmadığında işleri yapabilme yeteneğimizden emin olamayız. Gerekli beceriye ve deneyime
sahip olduğumuzu bildiğimiz halde daha önce hiç yapmadığımız bir işle karşılaştığımızda endişeleniriz.
Birçok durumda, özellikle karar vermemiz, inisiyatif kullanmamız veya yeni insanları işin içine katmamız gereken durumlarda rahatsız ve huzursuz oluruz.
Buna karşın, aşırı bir güven duygusu içinde davrandığımızda; sınırlarımız olduğunu kabul etmek istemeyiz, yeteneklerimiz hakkında gerçekçi olmayan düşüncelere kapılırız. Üzerimize aşırı iş yükü alırız, böylece her zaman iyi iş yapamayız. En iyiyi bizim bildiğimizi düşünürüz, önerileri göz ardı ederiz, bize yardım etmek isteyenleri de genellikle reddederiz.
Olması gereken düzeyde bir özgüvene sahip bulunduğumuzda ise; en iyi için çaba göstereceğimizi ve kabul edilebilir bir sonuç ortaya koyacağımızı bilerek işleri ele alırız. Bir işi yapamadığımızda mazeret üretmek yerine yeniden denemeye başlarız. İlk seferinde tümüyle doğru olarak anlamadığımız ya da yapamadığımız bir işin dünyanın sonu anlamına gelmediğini biliriz. Hatalarımızı dert etmek yerine onlardan ders almasını becerebiliriz. Bir çok durumla ve sorunla daha iyi baş edebiliriz.
Özgüven hedeflerimizin peşinden giderken bize güç verir. Başarılarımızla doyum ve rahatlık hissetmemize izin verir. Özgüvenimizin güçlü olması durumunda başarı bize doğal ve doğru gelir.
Birçoğumuz, belirli zamanlarda, belirli insanlarla ve belirli durumlarda kendimizi güvenli hissederken bazı durumlarda, zamanlarda ve bazı insanların karşısında özgüvenimizi yitiririz. Kendimize olan güven duygumuzu nelerin etkilediğini doğru anlamamız gerekir.
Bunun için şu soruları kendimize sormalıyız ve dürüst cevaplar vermeliyiz.
Kendimize en çok güvendiğimiz zamanlar hangileridir? Yeteneklerimizden emin olduğumuz ve kendimizi en rahat hissettiğimiz durumlar nelerdir?
Karşısında özgüvenimizin en yüksek olduğunu düşündüğümüz insanlar kimlerdir? Niçin?
Onlar, bize özgüvenimizi artıracak ne söylüyorlar veya ne yapıyorlar?
Ne zaman kendimize olan güvenimizin en düşük olduğunu hissediyoruz?
Özgüvenimizi azaltanlar nelerdir? Hangi insanlar ve hangi durumlar bizim kendimizi güvensiz hissetmemize neden oluyor? Söylenen ya da yapılanlar nelerdir?
Bu sorulara cevap verirken hazır olmadığınız yeni durumlardan ya da kıyafetinizin ve dış görünümünüzün iyi olduğu zamanlardan söz edebilirsiniz. Özgüven, çoğunlukla, kendimizi nasıl hazırladığımız ve kendimizi nasıl gördüğümüz ile ilgilidir. Özgüven gelip giden, azalıp artan bir duygudur. Bazı günler kendimizi diğer günlere göre daha güvenli ve güçlü hissederiz. Bazı günlerde de kendimizi arkadaşlarımızın yanında yetersiz hissederiz veya kendi yeteneklerimizi sürekli olarak onlarınki ile kıyasladığımız durumlar yaşarız.
Özgüvenimizin zayıfladığı durumlarda yapabileceğimiz ilk iş, hiç kimsenin mükemmel olmadığını kabul etmektir. Belki, başka insanların sizin sahip olmadığınız becerileri vardır. Ancak, siz de büyük olasılıkla onların yapamadığı bazı şeyleri yapabiliyorsunuz.
Özellikle, onlarla rekabet edebileceğiniz alanlarda kendi yeteneklerinizi geliştirmeye odaklanın. Tüm yapabileceklerinizi aklınıza getirin, yapamayacaklarınız için fazlaca endişelenmeyin, onlara takılıp kalmayın.
Özgüveni artırmanın iyi bir yolu, yaşamdaki başarılarımızı hatırlamaktır. Sahip olduğumuz tüm yeteneklerimizi, iyi kullandığımız becerilerimizi aklımıza getirelim ve güvenli davranarak kazançlı çıktığımız zamanları hatırlayalım.
Eğer, siz de özgüveninizi kazanmak ve geliştirmek istiyorsanız, yeteneklerinizi önemseyin ve kabuğunuzdan çıkın. Daha rahat ve girişken davranmayı öğrenin. Fikirlerinizi daha sesli ifade edin. Sorumluluklar alın. İş yaşamınızda karar alma süreçlerinde ve uygulamalarda daha aktif olarak kendinizi gösterin. Enerjik olmak için bu tür insanları kendinize örnek alın. Cesaretli olun, hata yapmaktan korkmayın. Başarısızlıkların birer ders olduğunu ya da başarı yolunda küçük molalar olduğunu düşünün. Elde ettiğiniz her başarıyla özgüveninizin arttığını göreceksiniz.
Pek çok insanin öncelikli hayalleri arasında mutlu ve sağlıklı bir birlikteliğe sahip olmak var.Ünlü psikolog, yazar ve sosyal bilimci David Nicen, son kitabi 'The 100 Simle Secrets of Great Relationships'te (İnsan İlişkilerinin 100 Sırrı) mükemmel bir ilişkiye ulaşmanın sırlarını açıkladı.
KIYASLAMA YAPMAYIN
Hayatimizi başkalarınınkiyle kıyaslamak onu değiştirmez.
PERİ MASALLARINA ALDANMAYIN
Hayalini kurduğumuz büyüyü eşinize karşı duyduğunuz sevgide görmek ve masallarda
yaşanan şeylerin beklentisi içine girmemek.
ORTAK İLGİ ALANI OLUŞTURUN
Ortak ilgi alanları eşiniz arasında pozitif bir iletişim ve eğlencenin oluşmasını destekler.
ZİHNİNİZİ OKUMASINI BEKLEMEYİN
Üzücü bir durumda olduğunuzdaeşinizi sıkıntınızı kendiliğinden anlamasını beklemeyin.
Karsı taraf zihninizi okuyamaz.
ACELEYE GEREK YOK
İlişkiler birinci gelenin ödüllendirildiği birer yarış değil.
MİZAH DUYGUNUZU GELİŞTİRİN
Bu mizah anlayışının pozitif bir yönü olması gerektiğinin altını çiziyor.
Çünkü negatif espriler sadece tansiyonu artırır.
KALİTELİ ZAMAN
İlişkiler birlikte geçirilen zamanın miktarı ile değil kalitesi ile gelişir!
GELECEK ÖNEMLİ
İlişki geçmişe değil, geleceğe doğru inşa edilir.
AÇIK OLMAK ŞART
"Hiçbir şeyi içinizde tutmayın! Çünkü kendi gerçekliğinizi paylaştığınız zaman
hayatinizi da paylaşmış olacaksınız ve bu süreçte eşiniz ile aranızda oluşacak
olan bağ her şeyin üstesinden gelmenizde size yardımcı olacaktır!"
ONUNLA ARKADAŞ OLUN
Uzun vadeli ilişkiler gelişimlerini ve hayatta kalmalarını sağlam bir arkadaşlık temeline borçludur!
MUTLULUĞU ÖNCE KENDİNİZDE ARAYIN
Gerçekte kim olduğunuzla ilgili olarak mutlu değilseniz, bir ilişki bu durumu
değiştirmeyecektir! Bu, sağlıklı bir ilişki sürdürmenizi de zorlaştıracaktır!
PARANIN ÖNEMİ AZALTIN
Servet bir ilişkinin uzunluğu ve tatminlik derecesi üzerinde bağlantısız!
ONU ÖNEMSEYİN
Farklılıklara rağmen ona değer verdiğinizi göstermeniz; sağlıklı bir ilişkinin temelini oluşturur.
SORGULAMAYI BIRAKIN
Uzun vadede endişe, kıyaslama ve eninde sonunda kavga ortamı yaratacaktır.
KENDİNİZE İNANIN
İçinde bulunduğunuz durum her ne olursa olsun; kendinize inanın ve önce
tek basınıza ayakta durabildiğiniz gerçeğini kabul edin.
ÇEVRENİZDEKİLERİN FİKİRLERİNİ DİNLEMEYİN
"Birincisi; hiç kimse sizin gerçekten neye ihtiyaç duyduğunuzu ve neye değer
verdiğinizi sizden iyi değerlendiremez. İkincisi insanlar başkalarının ilişkileri
konusunda kendi ilişkilerine nazaran daha olumsuzdur.
KORKUYA YENİK DÜŞMEYİN
Olumsuz bir durum ile karsılaşacağınızda ilişkinizi sorgulamaktan vazgeçmeniz gerekiyor.
İŞLERİNİZİ EVE GETİRMEYİN
İş gününüz sona erdiğinde isiniz tamamıyla ofiste kalmalı.
ACILARINIZI UNUTMALISINIZ!
Acıyı içinizde tutmanız, yaranın taze kalmasına neden olur.
MÜKEMMELİ ARAMAYI BIRAKIN !
'Mükemmel ilişki' diye bir kavram asla var olmamıştır. Bu nedenle;
Her konuda sizinle hemfikir olan ya da her an sizi mutlu edebilecek biri ile
karsılaşmayı ısrarla beklemek yerine; sizi en fazla tatmin eden ilişkiyi yeşertmeyi denemelisiniz.
Türk iş dünyasının hızla dışa açılması nedeniyle kalifiye eleman arz ve talebindeki artış, peş peşe yaşanan ekonomik krizler nedeniyle artan işsizlik ve istihdam piyasasındaki rekabet , şirketlerin insan kaynakları bölümlerinin işe alım sürecini daha profesyonelce yürütmeye başlamaları, bunda başlıca etkenler olarak sayılabilir. Peki iş görüşmesinde başarılı olmanın yolları neler?
insankaynaklari.com’un 1-14 Mayıs tarihleri arasında Platin dergisi için yaptığı ‘İş Görüşmelerinde Nasıl Başarılı Olabilirsiniz?’ başlıklı, 734 kişinin katıldığı anketin sonuçlarını önde gelen şirketlerin insan kaynakları direktörleri yorumladı. İşte sonuçlar ve uzmanların değerlendirmeleri...
FAZLA GÖRÜŞME GÖZ ÇIKARMAZ!
‘İş Görüşmesinde Nasıl Başarılı Olabilirsiniz ?’ araştırmasının ilk sorusu son bir yılda gidilen iş görüşmesi sayısını doğruluyor. Katılımcıların yarısından fazlası, bugüne kadar birle beş arasında iş görüşmesi yaptığını söylüyor. İş görüşmesine hiç gitmeyenlerin oranı ise yüzde 12.69. Unilever İnsan Kaynakları Müdürü Cezmi Özkunt, “Hiç gitmedim” diyenlerin hepsinin halen çalışmakta olan, bu tip bir arayış içinde olmayan kişiler olduğunu düşünüyor. Özkunt, “Eğer durum hakikaten böyle ise çalışanların yalnızca yüzde 13’ünün işinden memnun olduğunu, değiştirmeyi düşünmediğini veya yaşından dolayı bunu istemediğini söyleyebiliriz. Geriye kalan yüzde 87’lik oran da bu arayışın, gerek iş gerekse arzu edilen iş arayışının ne kadar büyük boyutta olduğunu gösteriyor” diyor.
Sabancı Holding İnsan Kaynakları Daire Başkanı ve aynı zamanda Peryön Başkanı Rıdvan Yirmibeşoğlu ise ekonomik belirsizliğin devam ettiği dönem olmasına rağmen anket sonuçlarının geçtiğimiz yıl iş görüşmesine davet edilen kişi sayısının beklenenin üzerinde olduğunu gösterdiğini düşünüyor.
Yirmibeşoğlu, katılımcıların üçte birinin beşten fazla iş görüşmesine giderken iş görüşmesine gitmeyenlerin oranının yüzde 13’te kaldığına dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Bu rakamlar bize 2002’de eskisi kadar olmasa da yoğun bir iş görüşmesi trafiğinin yaşandığını gösteriyor.”
ASIL HAZIRLIK KENDİNİ TANIMAK
Araştırmanın ikinci sorusunda katılımcıların görüşmeye gitmeden önce nasıl hazırlandıklarını sorguluyor. Bin 734 kişiden 619’u başvurduğu şirket hakkında ön araştırma yaptığını söylerken, 214 kişi hazırlık yapmadığını belirtti. Finansbank İnsan Kaynaklarından Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Hamdi Aydın, verilen yanıtları pratikte yaşananlarla pek bağdaştıramadığını ifade ediyor. Aydın “Genelde yanıtlar hazırlık yapıldığına yönelik. Ama pratikte insanların iş görüşmesine çok hazırlıklı gelmediklerini görüyoruz. Şirketi veya pozisyonu görüşme öncesinde araştırma gereği duyan bugüne kadar çok nadir insan gördüm” diyor.
Aydın’ın düşüncelerine destek verenlerden biri de Rıdvan Yirmibeşoğlu: “Katılımcıların yüzde 57’si pozisyon ve şirket hakkında hazırlık yaptığını söylüyor. Bu oran, ankete katılanların oldukça genç oldukları düşünüldüğünde bizim yaşam tecrübelerimizle büyük ölçüde çelişiyor. Özellikle 23-30 yaş grubunda sözü edilen iş görüşmesi öncesi hazırlığı yapan kişilerin sayısının çok az olduğunu gözlemliyoruz.” Cezmi Özkunt ise katılımcıların yaklaşık yüzde 82’sinin süreç, pozisyon ve şirket hakkında az veya çok bilgi edinerek gitmesinin iletişim ve internet çağının sevindirici bir sonucu olduğu görüşünde. Can Bi’ye göre, kişi öncelikle kendini tanımaya vakit ayırmalı: Ne gibi özgün başarı öyküleri oldu? Nerede kişisel farklılık yarattı? Hangi sorunlarla karşılaştı ve nasıl çözümledi?
BU İŞ İÇİN UYGUNDUM AMA...
Araştırmanın üçüncü sorusunda iş için uygun olduğundan emin olan kişinin neden reddedildiği sorgulanıyor. Katılımcıların büyük bölümü, gerekçe olarak deneyim eksikliğini öne sürüyor. Yüzde 20’si ise kabul edilmemelerini kendilerinin dışındaki etkenlere bağlıyor. Cezmi Özkunt, adayların diğer kişilerin kendilerinden daha iyi olduğu yönündeki yüzde 5.42’lik oranı çok ilginç bulduğunu söylüyor: “Aslında mülakat sonucunda en iyi seçilir ve diğer adaylar bu seçilene göre daha az iyidirler. Bunu yalnızca yüzde 5.2’nin kabul etmesi de bu konuda olgunluk açısından daha gidilmesi gereken çok yol olduğunu gösteriyor” diyor. Hamdi Aydın’ın reddedilen adayların ruh haline dair gözlemleri şöyle:
“Kişiler genellikle işe kabul edilmediklerinde, dışsal nedenleri öne sürmeyi tercih ediyor. Görüşmecinin yeterli olmaması, kişiyi anlamaması, kendisini refere edecek bir kişinin bulunamaması gibi... Nedense kimse kendinde kusur aramak istemiyor. Dolayısıyla, dışsal etkenlerin yüzde 20 olması gerçekle pek örtüşmüyor.” Yirmibeşoğlu ise yüzde 7,97’lik ‘Bu iş için uygundum ama ilandaki iş tanımıyla görüşmede belirtilen özellikler örtüşmüyordu’ yanıtını şöyle değerlendiriyor: “İş arayanlar başvurularını yaparken iş ilanlarını tam olarak okumuyorlar veya ilandaki iş tanımını farklı yorumluyorlar. Örneğin verilen ilanda açıkça belirtildiği halde görüşmede adaylardan ‘Görev yerinin İzmir olduğunu bilmiyordum, bilseydim gelmezdim sözünü işittiğimiz oluyor. Bu ve benzeri durumlar insan kaynakları profesyonellerini işe alımlarda çok yoruyor ve oyalıyor.”
ÜCRET KONUŞMAK İSTEMİYORLAR
Can Bi, soruyu soranlara şu öneride bulunuyor: “O soruyu neden sorduklarını adaya baştan anlatırlarsa, görüşmenin verimliliği artıyor, karşılıklı güven oluşuyor. Örneğin ücret talebini sorarken, biz ‘Beklentinizle şirketin imkanları daha baştan birbirine uyuyor mu, onu öğrenmek istiyoruz yoksa sizinle pazarlık yapmak için bu soruyu sormuyoruz’ diyoruz.”
Müge Yalçın’ın bu konudaki görüşleri ise şöyle: “Adayların ücret beklentisinin sorulmasından hoşlanmamaları biraz da şirketin o pozisyon için öngördüğü bütçeyi tahmin edememelerinden kaynaklanıyor. Yüksek söyleyip işi kaçırmak ya da az söyleyip şirketin öngördüğü maaşın altında bir ücreti kabullenmekten çekiniyorlar. Bir başka hoşlanılmayan soru da ‘Bu işe neden başvurdunuz?’ sorusu. Bu soruyla adayın kendisini hangi yetkinlikleriyle bu pozisyona uygun gördüğünü anlamak isteriz. Yine pek hoşlanılmayan; ‘En son işinizden neden ayrıldınız?’ sorusunu da sıklıkla sorarız. Adayın eski işiyle ilgili verdiği tepkiler, adayı daha iyi tanımamıza yardımcı olur.”
Hamdi Aydın ‘En son işinizden neden ayrıldınız?’ sorusu çok çabuk geçiştiriliyorsa, genelde ‘altından bir şey’ çıktığını belirtiyor. Yirmibeşoğlu’na göre, ‘rahatsız edici’ diye tanımlanan sorular bir iş görüşmesinde yöneltilmesi gereken sorular. Bunların rahatsız edici algılanmasının nedeni ise soruların içeriğinden çok nasıl veya hangi ortamda sorulduğuyla ilgili...
Cezmi Özkunt, özellikle pazarlık hissi verilmesi durumunda, ücret beklentisi sorusunun rahatsız verici olduğuna katılıyor. Özkunt’a göre , kurumsallaşmış şirketlerde bu sorun yaşanmıyor. Özkunt, “Burada yetkinlik temelli tek soru ‘zor bir görev’ ile ilgili olan ve rahatsızlık oranı yüzde 7. Sorun da muhtemelen böyle bir örneği hiç düşünmemiş olmak. Bu da genelde yaptıklarımızın farkında olmadan zaman geçirdiğimizi göstermekte. ‘Kendinizi beş yıl sonra nerede görüyorsunuz?’ tamamen varsayımsal bir soru ve yanıtı mülakat yapana hiçbir şey anlatmaz. Oranın yüzde 12 olması az sorulduğunu gösteriyor, bu da sevindirici bir sonuç.”
KOLAY DEĞİL AMA DOĞAL OLUN!
Ankette iş görüşmelerinde doğal olmanın gerekli olup olmadığı da soruldu. Katılımcıların yüzde 58’i, “Kesinlikle doğal olmak gerektiğine inanıyorum” derken yüzde 36’sı atmosfere göre davranacağını, yüzde 6’sı ise gerekirse rol yapabileceğini belirtti.
Rıdvan Yirmibeşoğlu da iş görüşmesinde doğallık sorusuna verilen toplam yüzde 42’lik ‘Duruma göre hareket ederim ve rol yapabilirim’ yanıtlarının yaygın bir hataya işaret ettiğini söylüyor. Hamdi Aydın ise yüzde 6’lık oranın gerçekte biraz daha yüksek olduğunu düşünüyor. Görüşmelerde rol yapmanın, pek de iyi bir sonuç vermeyeceğini söyleyen Müge Yalçın ise, aynı kişiyle bir pozisyon için en az dört beş mülakat yapıldığı, dolayısıyla rol yapma yeteneği ne kadar üstün olursa olsun, kişinin açık vereceği uyarısında bulunuyor.
Cezmi Özkunt, insan değerlendirmenin stratejik ve çok da kolay olmayan bir iş olduğunu, var olan tekniklerin uygulamasının yine kişilere bağlı olduğunu belirtiyor. Özkunt “Yüzde 88’lik ‘emin olmama’ ve ‘hayır’ oranının söylediği şey, sonucu kabullenememenin dışında, iş görüşmelerinin uygulama kalitesinin yükseltilmesi, adaya yansıtılması konusunda insan kaynakları çalışanlarının gidecekleri daha çok yolun olduğunu gösteriyor” diyor. Can Bi ise “Mülakat bir bulmaca çözme oyunu ya da bilek güreşi değil ki! İş görüşmesinin amacı şeffaf ve dürüst bir metodolojiyle doğru insanı bulmak olmalı” diye belirtiyor görüşlerini.
Müge Yalçın’a göre, iş görüşmelerinde görüşmeyi yapan kişinin yetkinliği çok önemli. Yalçın, “İş görüşmesini yapan kişinin bir başka sorumluluğu da adaya şirket ve pozisyon hakkında detaylı bilgi vermektir. Çünkü iş görüşmesinde sadece görüşmeyi yapan adayı değerlendirmez, aday da işe başvurduğu şirketi ve şirket kültürünü, görüşme yaptığı kişiyi baz olarak değerlendirir.” diyor.
Hamal isen iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol...
Ancak sırtına aldığın yükle, mesafeyi aşabilirsen,ücret mevzu bahis oluyor.Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum.
Yanımdaki hamalla yola çıktık.
İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.." Nitekim, çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!. .."Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!. . " Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen hadi" dedi.
Benim canım sıkılmıştı bu işe.Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu,oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında..."Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım...
Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım...
Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü.Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim.Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım...
Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz."
Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.
"Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda...
Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...
Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!..
Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır.Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki
günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem.Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma...Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü , yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var...
Gerçek şu ki, hepimiz şu hayatın hamallarıyız..
Önemli olan, yüklerimizi en doğru şekilde taşımak ve hayatın altında ezilmemek.
SEVGİYLE BAKMAK HERKESE …
Birini yeterince seviyorsan, her şeyi affedebilirsin...Hatta göz her şeyi görmez olur. Gözün sevmek konusunda çok büyük taraf tuttuğunu herkes bilir. Sevdiğimiz birinin hiçbir eksiğini, hatasını görmeyiz. Ama sevmediğimiz, nefret ettiğimiz birinin her bir hareketini göz yakın takibe alır ve hiç aman vermez. En küçük bir hatayı bile abartır, büyütür ve olay haline getirip önümüze koyar.
Aslında göz , kulak, burun gibi duyu organları beynimizdeki merkeze bağlı oldukları için bir aracı olmaktan öteye gitmezler. Bütün iş beyinde bitiyor. Bu nedenle gözün getirdiği görüntüyü gören de görmeyen de beyindir. Ya da kulağın duyup duymaması…Kafamız başka yerde ise, karşımızda konuşanı hiç duymayız bile.Kulak sesleri almakta ama akıl başka yerde olduğundan dolayı merkeze gelmemektedir sesler.Bir kitabı okuduğumuzda da, göz yazıyı okur ama kafa dalgın olunca okunan yazıların hiç biri beyine gelmez ve algılama söz konusu olamaz.
Kafanın başka yerde olması en çok sevme durumlarında olur. Kafa sevgilide olunca ne gözün, ne kulağın ne de diğer duyu organlarının yapacağı bir şey vardır. “Aşkın gözü kördür” derler ya, doğrudur, üstelik eksiktir de. Aşkın kulağı da sağırdır. Seven insan hep burnunun doğrultusuna giderek kimseyi görmez, duymaz, dinlemez.
Aslına bakılırsa , abartıya kaçmamak koşuluyla bu her şeyi görmeme, duymama durumu fena bir şey değil. İnsanların yaptığı işlerde hata aramak yerine iyi yanlarını görmek güzel bir şey. Aşık olma halinden söz etmiyorum. O tam bir hastalık… Ama insanlara sevgi ile bakarak, çok ince detayları görmek yerine, onların yaptığı güzellikleri görmek en iyisi. Zaten insanları sevince, göz ister istemez güzelliklerden yana tavır alarak, bize sadece insanların güzel yönlerini gösteriyor. Toplumsal yaşamanın ve mutlu olmanın gereğidir de bu.
İnsan sevince mutlu oluyor ve diğerlerini de mutlu ediyor. Yaydığı pozitif enerji herkese olumlu etki ettiği gibi, dönüp kendini de mutlu ediyor.
Bir de tam tersi insanlar vardır. Her gördüğünde kusur arayan… Her an bir hata yapmanızı bekleyen… Sürekli tetikte olan insanlar vardır…Bütün besin kaynakları dostlarının yapacağı hatalardır. Mutluluktan uçarlar neredeyse, birinin küçük bir eksiğini, hatasını gördüklerinde. Böyle insanların yaydığı negatif enerjiden öyle sanırım ki şeytan bile olumsuz etkilenip, morali bozuluyordur. Şeytan, kendisinden bile beter olan bu insanlar yüzünden aşağılık duygusuna kapılıyordur belki de…
İnsanları sevmekle başlıyor her şey. Sevince detaylarla uğraşmaz ve bir bütün olarak o insanların yaptıklarına bakarız. Ve de hatalarını mümkün olduğu dikkate almadan, yaptıkları güzel işlerle değerlendiririz onları. İnsanları seviyorsak zaten bütün duyu organlarımız dünden hazırdır hataları ört bas etmeye.. En başta da göz... Sevince gözümüz güzellikten başka bir şey görmez olur. Aman öyle olsun. Hiç sakıncası yok bence..
Yeni eğitim-öğretim yılı başlarken, içimden ’Daha önceki yıllarda yapılan yanlışları yapmayalım’ diye geçiriyorum. Bunu hem anne- babalar adına hem de eğitimciler adına diliyorum. Çünkü malum eğitimdeki yarış siyasetçilerinkiyle yarışacak düzeyde... Bir farkla, bu yarışın atları çocuklarımız...
Prof. Dr. Yankı Yazgan ’Düşe Kalka Büyümek’ adlı kitabında, ’Kişiyi ayakta tutanın, hayatta anne-baba artı
en az bir kişi tarafından ’adam yerine konmak’ olduğunu düşünüyorum’ diyor. Peki, çocuklarımız kendi
ayakları üzerinde dursun isterken biz onları adam yerine koyuyor, birey olmalarına gereken saygı ve özeni gösteriyor muyuz?
Yazgan; ’Çocukluğumuz kendi değerimizi biçtiğimiz dönemdir’ diyor; ’O değeri biçerken, sadece kendi kendimize değiliz; genellikle başkalarından bize yansıyan değerleri, içselleştiriyoruz ya da biçilen değerden memnun değilsek (bu değeri düşük buluyorsak), telafi etmek için ’abartıyoruz’ veya değer biçenleri, sarrafları suçluyor veya reddediyoruz. Hayatımızın değer biçici sarrafları, ilk yıllarda anne babamızken, bu ekibe sonradan arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, vb. katılıyor. Biçtikleri değerler ama doğru ama yanlış bizi etkiliyor...’
BEKLENTİLERİMİZ GERÇEKÇİ Mİ?
Evet, biz anne-babalar çocuklarımızdan çoğu zaman özellikle de okul yaşantılarıyla ilgili olarak, öyle büyük, öyle gerçek dışı beklentiler içinde olabiliyoruz ki, bu süreçte çoğu zaman çocuklarımız da kendilerini değersiz hissetmekten başka bir yol bulamıyorlar. Eh, eğitim sistemimiz malum, çocukların kendilerini değersiz hissetmesi için ne gerekiyorsa içinde barındırıyor; biz veliler de ateşe körükle gitmek konusunda kendimize bir türlü gem vuramıyor, sistemin dayattığı yarışın, hırslarımızın esiri olarak çocuklarımıza yükleniyor da yükleniyoruz. Sonuçta, daha 10’lu yaşlarda o ateşin içinde, olan çocuklarımıza oluyor.
Bakın etrafınıza çocuklarda depresyon, çocuklarda şişmanlık, çocuklarda hiperaktivite, çocuklarda davranış sorunları eskiye oranla çok daha yüksek oranlarda... Neden? Çocuklar kendi biricikliklerini, kendi yeteneklerini, kendi değerlerini, kendi yaratıcılıklarını ortaya koyamıyorlar da ondan. Hepsinden aynı olmasını bekliyor, çocuklarımızı birbiriyle kıyaslamaktan vazgeçmiyor, hepsinden bütün derslerde ve bütün sınavlarda başarılı olmasını istiyoruz... Sonuçta da akademik başarı çocuğun değerini belirler oluyor. ’Karnen nasıl, sınavın nasıl geçti?’ etrafında dönmeye mahkum edilen gelişme çağındaki körpecik hayatlar...’ Karnesi kötü, sınavı başarısız geçen çocuk değersiz mi yani? Bu soruya hemen hepiniz ’Hayır’ diyeceksiniz! Ama cevabımız ’hayır’ olmasına rağmen davranışlarımızla, beden dilimizle çocuğa kendini değersiz hissettiriyoruz işte...
Öğretmenlerimiz de, çocukların olumsuz değil, olumlu yanlarını vurgulamaya daha çok yönelseler ne iyi olacak! Tam da bu noktada size, psikoloji tarihinde dönüm noktası olan bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. Adı: ’Kendini doğrulayan kehanet’.
KENDİNİ DOĞRULAYAN KEHANET, ÇOK ÖNEMLİDİR
Bu, Harvard Üniversitesi profesörlerinden Robert Rosenthal ve arkadaşlarının 1969 yılında yaptığı bir çalışma. Bir grup psikolog çeşitli ilkokullarda ders yılı başında sınıflarda zeka testi uygular. Bir süre sonra öğretmenlere, her sınıfta 4 öğrencinin üstün zekalı olduğunu; ancak bunu öğrencilere aktarmamaları gerektiğini söylerler. Gerçekte öğretmenlere isimleri bildirilen çocuklar üstün zekalı olmayıp isimleri kurayla saptanmış olan çocuklardır. Ve ders yılı sonunda bu çocukların başarılarının yükseldiği görülür. Bu araştırma, büyük yankılar yapmış ve Rosenthal buna ’kendini doğrulayan kehanet’ adını vermiş. Bu önemli araştırmadan çıkartılması gereken en önemli sonuç, çocuklarımıza ne söylüyorsak, öyle olma ihtimallerini artırdığımız...
ÇOCUĞA NE OLURSA OLSUN İYİ SIFATLARLA YAKLAŞIN!
’Kendini doğrulayan kehanet’ kuramını günlük yaşamda nasıl kullanacağımız konusunda Psikolog-Eğitimci Acar Baltaş şöyle bir öneride bulunuyor:
’Çocuklarımıza tembel, savruk, sarsak, haylaz, dağınık, sorumsuz, yaramaz, düşüncesiz’ gibi sıfatlarla yaklaştığımız takdirde, gerçekte de ’tanımladığımız gibi’ olma ihtimallerini artırırız. Kısacası çocuğumuza olumsuz olarak ne dersek, ’öyle’ olmasını kolaylaştırırız. O zaman akla hemen şöyle bir çözüm geliyor: ’Çocuğuma iyi sıfatlarla yaklaşırsam iyi olur.’ Fakat gerçek pek de böyle değildir; çünkü çocuğumuza olumsuz bir sıfatla yaklaştığımız zaman, ortada daima bir sebep vardır. Bu sebeple çocuğumuzun kafasındaki olumsuz benlik imajını pekiştirmiş oluruz; ancak ortada bir sebep yokken olumlu benlik imajını pekiştirmek pek mümkün değildir.
Peki, ne yapacağız?
Çocukların benlik algıları hayatın ilk yıllarında anne-babalarından aldıkları mesajlarla, akademik hayatta da öğretmenlerinden aldıkları mesajlarla şekillenir. Bu konudaki temel ilke, esas olarak çocuğu değil, davranışı övmektir.
Genel olarak eğitimde, özel olarak yeni bir davranışın kazandırılmasında temel ilke, yanlışların görülmesi ve düzeltilmesi değil, ’doğruların fark edilmesi’ olmalıdır. Bir başka ifadeyle, eğitimde esas amaç, ’yanlışların yakalanması’ olmayıp ’doğruların yakalanması’dır.
ÇOCUĞUNUZUN GÜÇLÜ YÖNLERİNİ DESTEKLEYİN!
Hiçbir insan her alanda iyi olamaz. Herkesin güçlü ve zayıf yönleri vardır. ’Güçlü yön’, belirli bir konuda ya da işte, sürekli olarak kusursuza yakın performans demektir. Odaklandıklarımız ise gerçeğimiz olur. Yanlışa odaklanmak yanlışları yakalamamıza yol açar, güçlü yönleri hayata yansıtmak konusundaki güvenimizi zedeler ve performansımızı olumsuz yönde etkiler. Başarı, güçlü yönlerimizi bulmaya ve geliştirmeye bağlıdır.
Güçlü yönlere odaklanmak ile ’kendini doğrulayan kehanet’ yaklaşımı, ilk bakışta birbiriyle çelişiyor gibi gözükür; çünkü güçlü yönlere odaklanmak yaklaşımının temelinde yeteneğin; eğitim, azim ve kararlılıkla gerçekleşmeyeceği kabulü vardır. Daha doğrusu, çok gerekliyse, büyük emekle, sınırlı ölçüde gelişme sağlanabilir; ancak bu yönde harcanan gayretle, elde edilen sonuç çoğunlukla birbiriyle uyumlu değildir.
Oysa, ’kendini doğrulayan kehanet yaklaşımı’, ’insanlardan ne beklerseniz, onu alırsınız’ şeklinde özetleyebileceğimiz bir yaklaşımı temsil eder.
Çocuğunuzun ’beceriksiz’ olduğunu düşünür ve bunu ona zaman zaman söylerseniz, o da sizi haksız
çıkartmaz ve beceriksiz olur. Daha sonra siz de göğsünüzü gere gere ’ne kadar haklı olduğunuzu’ düşünürsünüz. İşte, incelik de bu noktada yatar. İyi anne-babalar, çocuklarının neyi iyi yapacağını anlar ve
onu bu yönde teşvik eder. Daha sonra da, ’kendini doğrulayan kehanet’ ilkesi doğrultusunda ’haklı’ çıkar.
Bu nedenle çocuklara ’genelleyici’ bir yaklaşımla değil, ’özelleştirici’ bir gözle bakmak gerekir.
ÇOCUĞUNUZUN BAŞARILI OLMASINI İSTİYORSANIZ...
- Çocuğunuzu başka çocuklarla kıyaslamayın.
- Çocuğunuzun sahip olduğu güçlü yönleri ortaya çıkarın; bunun için onu dinleyin ve potansiyelini ortaya çıkarmasına yardımcı olun.
- Çocuğunuzu özelleştirerek yetenekleri doğrultusunda yönlendirin.
- Enerjisini doğru kullanmasına yardım edin.
- Gerçekten sevemeyeceği bir şeyi zorla yaptırmayın.
- Sahip olduğu değerlerle uyumlu bir hayat kurmasına yardımcı olun.
- Çocuğunuzun kendisiyle barışık olması için onu destekleyin.
- Eleştirmek yerine iyi olduğu yönleri bulup takdir edin.
- Başarının yolunun tutkudan geçtiğini unutmayın.
- Çocuğunuzla ilgili gerçekçi beklentiler içerisinde olun.
Hayata yeni baştan başlamak mümkün olmasa da hayata yeni baştan bakmak mümkündür. Nitekim biraz dikkatli bakıldığında görülecektir ki insan kendini yineler durur. Örneğin, çekingen bir kişi kendi kendine her seferinde bundan böyle daha girişken olacağı...
Hayata yeni baştan başlamak mümkün olmasa da hayata yeni baştan bakmak mümkündür. Nitekim biraz dikkatli bakıldığında görülecektir ki insan kendini yineler durur. Örneğin, çekingen bir kişi kendi kendine her seferinde bundan böyle daha girişken olacağı sözü verse de, bu sözünü yerine getiremez.
Sonradan pişman olsa da sinirlendiğinde karşısındaki insana kırıcı sözler söyleyen bir kişi, daha sakin olmaya çalışsa da kendisini hiç beklenmedik bir anda bağırıp çağırırken bulabilir. Bu yinelemeyi kırmanın yolu da hayata yeni baştan bakmakla mümkündür. Yaşadıkları, edindiği deneyimler ve bilgiler ışığında hayatı başka bir gözle görmek, insan hayatında çok şey değiştirebilir.
Hayata yeni baştan bakmak için edilgin bir şekilde bir şeylerin değişmesini beklemek ya da geçici bir heves gibi istemek yeterli değildir. Etkin olmayı, istemeyi, isteğinin takipçisi olmayı, azimli ve sabırlı olmayı gerektirir.
Diğer yandan, böyle durumlarda her zaman cesur bir şekilde hayatını tamamen değiştirecek kararlar alınması gerektiği düşünülür. Oysa bazen var olanı yeni bir bakış açısıyla sindirerek kabullenmek de bir çözümdür. Kabullenme, edilgin bir razı oluş değildir. Olup bitenleri doğru değerlendirmeyi, üzerine düşen sorumluluğu ne eksik ne fazla görebilmeyi ve sorumluluğu bütünüyle başkalarına ya da kendisine yüklememeyi gerektirir. Sorumluluğu sürekli başkalarında aramak, yaşananların gerçekçi biçimde değerlendirilmesini engeller ve çoğu zaman insanın kendisini kandırmasından başka sonuç yaratmaz. Kuşkusuz, asıl çözüm, kişinin yaşadığı sorunların nedenlerini saptayarak, değiştirilebilir olanları değiştirmesidir.
Hayata yeni baştan bakmaya başlamak, sanıldığından çok daha zor bir süreçtir. Doğduğundan beri (hatta doğmadan önce anne ve babadan gelen genlerle doğumdan önce) hayatı belli bir şekilde yaşamaya, yaşadıklarını belli kalıplar içinde değerlendirmeye programlanmış bir kişinin bu programı değiştirmesi uzun soluklu çaba harcanmasını gerektiren bir durumdur. Sabırlı davranamayan, kararlı olamayan ve sıkıntılara katlanmayı beceremeyen kişilerin bunu başarması mümkün değildir.
Hayata yeni baştan bakmasının gerekip gerekmediğini değerlendirebilmesi için insanın kendisine bazı basit sorular sorması ve bunlara verdiği basit ve yalın yanıtları incelemesi gerekmektedir:
1-Mutlu musunuz? Zaman zaman hayatınızda çeşitli zorluklarla karşılaşsanız da kendinizi mutlu bir insan olarak görüyor musunuz? Yoksa kendinizi mutsuz bir insan olarak mı nitelendiriyorsunuz? "Mutsuzum" diyorsanız, öncelikle bunun süreklilik gösterip göstermediğini ayırt etmeniz gerekmektedir. Zaman zaman ya da son günlerde mutsuz hissetmek ile sürekli mutsuzluk hissetmek çok farklı anlamlar taşır.
2-Sevebilen ve sevilen bir insan mısınız? Sevgi, insanoğlunun en önemli ruhsal enerji kaynaklarından biridir. Kuşku duymadan sevdiğinizi ve sevildiğinizi hissediyor musunuz? Karşılık beklemeden ya da bir şeylerin karşılığı olmadan sevdiğiniz insanların gelişimini elinizden geldiğince destekler misiniz?
3-İnsanlara güvenir misiniz? Yoksa "Öyle şeyler yaşadım ki, artık kimseye güvenemiyorum" diyenlerden misiniz? İnsanoğlu için en yıkıcı olan konulardan biri de insanlara olan güveni yitirmektir. Hiç güvenmemek kadar "içinde hiçbir kuşku taşımadan bir başka insana güvenme"nin de sorunlu bir güvenme olduğunu biliyor musunuz?
4-Özgüvenli bir insan mısınız? Herhangi bir işe kalkıştığınızda neyi yapıp neyi yapamayacağınızı gerçekçi bir biçimde değerlendirebiliyor musunuz? Her zaman yaptığınız bir işi yeniden yapmanız gerektiğinde, yeterince iyi yapıp yapamayacağınız konusunda kuşkuya düşer misiniz? Özgüvensizlik kadar temeli olmayan bir özgüvenin(?) de insanlarla ilişkilerde sorunlar yarattığını biliyor musunuz?
5-Kendinizi değerli bir insan olarak görüyor musunuz? En az diğer insanlar kadar değerli bir insan olduğuna inanıyor musunuz? Başkalarının da size değer verdiğini düşünüyor musunuz? Yoksa kendinizi değerli bir insan olarak görebilmeniz için mutlaka başkalarının sizin hakkınızdaki olumlu sözler söylemesi mi gerekiyor?
6-Geleceğe umutla bakıyor musunuz? Yaşadığınız bunca olumsuz olaya karşın yine de güzel günler göreceğinize inanıyor musunuz? Yoksa gelecekle ilgili hiçbir umudunuz kalmadığını mı düşünüyorsunuz? Umudunuzu yitirdiyseniz, en önemli yaşam kaynaklarından birinden yoksun kaldınız demektir.
7-İyimser bir insan mısınız? Yoksa her şeyin kötümser yönüne odaklanır, sık sık her şeyin bittiğini, hayatın anlamsız olduğunu mu düşünürsünüz? Karamsarlığa kapıldığınızda bundan kurtulmak çok zamanınızı alır mı?
8-İnsanlara bağlanabilir misiniz? Bağlanma ile bağımlılığın birbirinden çok farklı kavramlar olduğunu, başka insanlara bağlanmanın insanın doğasında olduğunu biliyor musunuz? Herhangi bir insanın diğer insanları dikkate almayan (bağımsız/özgür) bir yaklaşımla mutlu olabileceğine inanıyor musunuz?
9-Yaşama sevinci hissediyor musunuz? Zaman zaman üzülseniz de, çeşitli sıkıntılar yaşasanız da, yine de yaşama sevincinizi koruyor musunuz? Yoksa sanki her şey sizin için anlamını yitirmiş gibi mi görünüyor? "Gün batımı", "ilkbahar" ve "rengarenk açan bir çiçek" gibi sıradan olaylar size artık çok anlamsız mı geliyor?
10-Yakın arkadaşlarınız var mı? Zaman zaman anlaşamadığınız konular olsa da hiçbir şekilde bitmeyen arkadaşlıklarınız var mı? Kendinizi yakın, yanında kendinizi güven içinde hissettiğiniz, başınız sıkışınca en azından dertleşmek için aradığınız bir arkadaşınız var mı?
11- İşinizi severek mi yapıyorsunuz? Yoksa bir an önce emekli olmanın ya da başka bir iş bulmanın peşinde misiniz? Sizin için iş, yalnız para kazanmak için yapılan zorunlu bir etkinlik mi?
12- Üretken bir insan mısınız? Üretme isteği insanın doğasında vardır. Siz de işinizi ve üzerinize düşen görevleri en iyi biçimde yapıyor musunuz? Yoksa başkalarının ürettikleri ile geçinip giden bir insan mısınız?
13- Eğlenceye vakit ayırır mısınız? Eğlence sizin için yalnız boş zamanlarda değil özel olarak zaman ayırdığınız bir etkinlik mi? Yoksa eğlenceyi boşa harcanan bir zaman olarak mı görüyorsunuz?
14- Mizahtan hoşlanır mısınız? Yaşananların eğlenceli yönlerini görebilir misiniz? En zor zamanınızda bile yaşadıklarınızı espri konusu yapabilir misiniz? Yeri geldiğinde diğer insanlarla ilişkilerinizde ve iletişim kurmada mizahı kullanır mısınız?
15-Uzun süreli arkadaşlıklar/birliktelikler kurabiliyor musunuz? İnsanlarla ilişki içinde olmak insanın doğasında vardır. Yıllardır tanıdığınız, kalıcı dostluklar kurduğunuz arkadaşlarınız var mı? Uzun süreli arkadaşlıklarda olması gereken alma/verme dengesini kurabiliyor musunuz?
16-Başkalarına iyilik yapmaktan hoşlanır mısınız? Hiçbir karşılık beklemeden, yalnız karşıdakinin gereksinim duyduğunu düşünerek ona yardımcı olur musunuz? Diğer insanların ve toplumun gelişmesi konusunda sizin de sorumluluğunuz olduğunu düşünür, elinizden geleni yapar mısınız?
17-Affedebilir misiniz? Yoksa kolay kolay hiçbir kötülüğü unutmaz mısınız? Günlük yaşamda basit olaylar nedeniyle insanların en iyi dostlarını bile kaybedebildiklerini biliyor musunuz? Kinci bir insan olduğunuz söylenebilir mi? Affetmeyi "geri adım atmak" ya da "suçlu olduğunu kabul etmek" olarak mı görüyorsunuz?
Bu sorulara verdiğiniz yanıtları incelediğinizde hayata yeni baştan bakmaya gereksiniminiz olduğu ortaya çıktı ise kendinize "iş başına" deme zamanı geldi demektir. Göreceksiniz, çabanız hiçbir şekilde boşa gitmeyecek.
Çalışma hayatının ve yaşamın gereklerinin neden olduğu stresten hepimiz etkileniyoruz. Ancak stresin oluşumunda çevre kadar kişinin algılama ve düşünme biçiminin de büyük bir etkisi var. Bu sebeple kişinin stres karşısında kendi bilişsel yapısını daha iyi anlayarak, stres düzeyini denetlemesi ve kendi yaşam kalitesini yükseltmesi de mümkün.
Texas Üniversitesi MD Anderson Kanser Araştırma Merkezi uzmanlarından Dr. Michael Fisch’in, doktor olarak kendi ve meslakdaşlarının ve hastalarının hayatları üzerindeki gözlemlerine dayalı olarak belirlediği ilkeler can simidi gibi hayatın içinde boğulmayı engelliyor. Dr. Fisch’in 10 ilkeden oluşan reçetesi, yalnız kanserle mücadele eden hastalar ve stres altında çalışan doktorlar için değil, hayatın olumsuzları karşısında daha güçlü olmak isteyen herkes için.
Işte Dr. Michael Fisch’in stres ve hayatın olumsuzlukları ile başa çıkma reçetesi:
1. Kendi özgürlük alanınızda seçebilme özgürlüğüne sahip olmaya çalışın: Dr. Fisch’e göre nasıl giyineceğinizden tutun, nasıl çalışıp nasıl yaşayacağınızın başkaları tarafından söylenmesi kişiyi olumsuz etkiliyor. Bu nedenle hayatın olabilen her alanında seçebilme özgürlüğünüzü kullanın.
2. Kendi yeteneklerinizi kullanın: Sevdiğiniz işi yapın. Ya da sevdiğiniz şekilde yapmaya çalışın. Bu şekilde hayattaki en büyük stres kaynaklarından birini doğrudan saf dışı bırakmış oluyorsunuz. Sevdiği işi yapmak kişiye mutluluk ve gurur veriyor.
3. Hayatın her alanında güzel ilişkiler kurun: Gerek iş gerekse özel hayatınızda kuracağınız güzel ilişkiler neticesinde insanlarla aranızda yaşanacak her türlü gerginlik engellenmiş ve bu sayede stres yaşamanıza neden olacak tartışmalara da girmemiş oluyorsunuz.
4. Anlık ihtiyaçlarınızın farkındalığını arttırın: Bu ilke, sürekli farklı ihtiyaçların karşılanmaya çalışıldığı hayatta, o anda asıl neyin önemli olduğunu belirlemek anlamına geliyor. Robot gibi yaşanmaması gerektiğinin altını çizen Dr. Fisch, karnınız aç olduğunda ilk yapmanız gereken şeyin onu doyurmak olduğunu söylüyor.
5. Hayatta sahip olduklarınıza minnettar olun: İşlerin kötüye gittiği bir anda sadece yürüyebildiğiniz veya nefes alabildiğiniz için minnettar olmak sizi olumsuz duygular ve stresten uzaklaştırıp olaylara daha pozitif bakmanızı sağlıyor.
6. Korkularınızdan korkmayın: Hayatta yapmak isteyipte çeşitli korkularınız yüzünden sürekli ertelediğiniz ya da yarım bıraktığınız şeylerin sizi üzmesine izin vermeyin. Dr. Fisch, korkularla başa çıkmak için biraz daha cesaretin yeterli olduğu görüşünde.
7. Değişimin sürekliliğini kabul edin: Evrende her konuda sürekli varolan değişim, evrenle eşzamanlı olarak yaşanmadığında kişinin hayatını olumsuz yönde etkiliyor. Bunun en basit örneğiyse yaşlandığımızın farkına varıp, kabul etmek.
8. İçinde şefkat ve iyi niyet barındıran bir kafa yapısına sahip olun: İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen en önemli unsurlardan biri bu. Dr. Fisch, iyi niyetle yaklaştığınızda olayların veya karşınızdaki insanların da size karşı iyi niyetli olacağını belirtiyor. Bu nedenle iyi niyet ve şefkat büyük önem taşıyor.
9. Kendinizi güvende hissedin, emniyete alın: Kişiye özel olarak kendinizi güvende nasıl hissedecekseniz o şekilde davranın. Bu durum bazı insanlar için maneviyatın önem kazanması, bazı insanlar için sıcak aile ortamı ve bazıları içinse refah içinde yaşamak şeklinde olabiliyor.
10. Hayatın neresinde fark yaratabileceğinizi bulun: Benim bir önemim var mı? sorusuna vereceğiniz cevaplar bu maddenin karşılığını veriyor. Büyük ya da küçük olsun bu soruya verdiğiniz yanıtlar hayatta diğer insanlar arasından hangi özellikleriniz nedeniyle farklı olduğunuzu ve neden özel olduğunuzu anlamanız açısından büyük önem taşıyor.
Dr. Fisch’in hayatın içinde boğulmayı engelleyen ilkelerinin önem ve sıralaması zamana ve ihtiyaca gore değişiyor. Ancak stres düzeyini düşürme ve yaşam kalitesini yükseltme konusundaki etkileri Dr. Michael Fisch’in kendisinin ve hastalarının hayatından pekçok örnekle kanıtlanmış durumda.
Hayatın anlam ve amacını bilmeden yaşayan bir çok insan, görev ve sorumluluklardan uzak bir hayat sürdürüyor. Bir insanın ulaşabileceği en yüksek düzey, kendi düşüncelerinin farkına varmak, kendini tanımaktır.
Kendini tanıyan insan bulunduğu her ortamı iyileştirmeye çalışır. İnsanlara kızmak yerine onlara yardım eder. Kendini tanıyarak ışığa ulaşan insan diğer insanlarında bu aydınlığa ulaşması için yardım eder. Kendini tanıyan insan " Doğrularımla ve yanlışlarımla ben buyum" der ve yanlışlarını düzeltmeye çalışır.
Şimdiye kadar kendinize "
Mükemmel bir insan nasıl yada bir insan nasıl olmalı ? " diye sordunuz mu ?
Kendini tanımak isteyen bir insan kendine sorular sormalı ve cavabını aramalıdır. Kendini tanıma zorlu bir süreçtir. Kendini tanımak isteyen insan büyük bir azim ve kararlılıkla kendi üzerinde çalışmalıdır.
İnsanlığa "KENDİNİ BİL!" diye seslenen Eflatun'un bu sözünde bir çok anlam gizlidir. Bu söz bize; ne istediğini bil, kendi sınırlarını ve zayıflıklarını bil, kendi isteklerinin ve niyetlerinin farkında ol, etrafında olup bitenlerin farkında ol, her alanda farkında oluşunun derecesini artır demektir. İnsan kendini tanımayı gaye edindiği zaman bu iştahı giderek artar. Kendisi hakkında bilgisi olan kişi hem özgürlüğüne kavuşur hemde kendini iyi yönetir.
Kendi içine yönelmeyen, kendini keşfetmeyen insan, hayatını anlamdıramaz. Kendini okumaya gayret eden bir birey, önce kendi varlığına ve daha sonra kendinden hareketle hayata bir anlam bulma yolunda ilerler. Bence hayatımızın en değerli iki günü, doğduğumuz gün ile neden doğduğumuzu öğrendiğimiz gündür. Bu iki gün, insana en yakın olan yine insanın kendisi olmasına rağmen, çoğu insan bunun farkına varamamaktadır.
Kendini okumak, keşfetmek nedir? Kendi iç kaynaklarımızın; yani yeteneklerimizin, becerilerimizin, hislerimizin, duygularımızın, inançlarımızın, düşüncelerimizin, zayıf ve güçlü yönlerimizin farkına varmaktır.
Kendini tanıyan, başkasınıda tanımaya adım atmış olur. Kendini ve başkasını tanıyan kişi de zaten hayatın anlam ve manasını bilmiş olur.
YAŞAMIN NE DEMEK OLDUĞUNUN FARKINA VARMIŞ OLAN KİŞİ
BAŞARMIŞ DEMEKTİR
Yunus emre; " İlim ilim demektir,ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır. " derken kendini bilmenin, okumanın aslında hayatı bilmek ve okumak olduğunu belirtiyor.
Kendi esrarını bilmeyen, kendi sazını çalamaz. Göğsünün içinde yıldızları aşıp geçecek bir yol vardır. Lakin sen kendini tanımıyorsun. Bir kerede tohum gibi gözünü içine aç ki, yerin altından bir fidan olup yükselsin. " diyor.
Çoğu insan fiziki , entelektüel veya ahlaki açıdan olsun kendi potansiyel varlıklarının çok azını kapsıyan dar bir çemnerde yaşar. Hepimiz içinde hayal bile edemediğimiz şeyleri çekip çıkarabileceğimiz yaşam sarnıçlarına sahibiz.
"BİR CAN VAR CANINDA O CANI ARA !
BEDEN DAĞINDAKİ O GİZLİ MÜCEVHERİ ARA !
EY YÜRÜYÜP GİDEN DOST ! BÜTÜN GÜCÜNLE ARA !
AMA DIŞARIDA DEĞİL, ARADIĞINI KENDİ İÇİNDE ARA ! "
İŞTE İNSANLARIN KENDİSİNİ TANIMAK İÇİN SORABİLECEĞİ BİRKAÇ SORU :
1) Hayatımın anlamı ve amacı nedir ?
2) Var oluşumun bir sebebi var mı ?
3) Niçin yaşıyorum ?
4) Hayatımda hangi kararları almış olsaydım şimdi arzu ettiğim yerde olurdum ?
5) Şu an bulunduğum konum istediğim bir konum mu ?
6) Hayatımı ben mi yönetiyorum ?
7) Ruhsal yapımı kontrol edebiliyor muyum ?
8) Diğer insanlara göre daha iyi yaptığım şeyler var mı ?
9) Davranışlarım mantıklı mı yoksa duygulu mu ?
10) Yardımsever ve cömertmiyim yoksa çıkarcı mı ?
11) Olgunluk derecem tepkilerimi kotrol edecek ve yönlendirecek kadar yüksek mi ?
12) Düşünce sistemim soyut mu yoksa pratik mi ?
13) Huzur kavramından ne anlıyorsun ?
Bu sorulara gerçekçi cevaplar verildiğinde insanı harekete geçirecek sonuçlara ulaşılacağı görülecektir.
Kendini tanıyan kişi gerçekçidir. Pişman olacağı işlere gişmez. İhtiyaçlarını bilir, onları temel ilke ve prensipleri ışığında karşılar. Kendini tanımak = Davranışların ve oluşturduğu etkileri farkında olmak, bunları kontrol etmek, sonuçlarını bilmek ve kabullenmektir....
1.KENDİNE GÜVENMEK
Kendine güven, aklın kesin inanç ve güvenle büyük ve gurur verici işlerde kullanımıdır! Kendinize güvenmedikçe ve gücünüze inanmadıkça asla başarılı ve mutlu olamazsınız! Oysa aşağılık ve yetersizlik duygusu ümitlerinizin kırılmasına yol açar, fakat kendinize güvenirseniz başarıya ulaşırsınız!
Sürekli olumlu şeyler düşünmek, kendinize güven duygunuzu geliştirir ve ne kadar zor olursa olsun bütün güçlükleri yenmenizi, onları aşamanızı sağlar!Kendinize güvenirseniz büyük güçlerin size yardıma geldiğini görürsünüz! Kendine güven duygusu kazanıp inancınızı kuvvetlendirirseniz, korkularınızın yok olduğunu, güvensizlik duygusunun ortadan kalktığını görürsünüz!
Beyninizi inançla, kendinizi güven duygusuyla doldurun! Bunlar bütün şüphe ve güvensizlik duygularınızı kovacaktır!
2.BÜYÜK HEDEF BELİRLEMEK
Hedefiniz ne kadar büyükse o kadar istekli çalışırsınız! Ne kadar çok çalışacağınızı ne kadar sağlıklı ve güçlü olduğunuz belirlemez; ne kadar istekli olduğunuz belirler! İsteği artıran ise hedefin büyüklüğüdür!
En büyük hedef bütün bir hayatınızı kaplayan hedeftir!Büyük hedefiniz ömrünüz boyunca ışık saçacak yıldızınızdır!Bugün yaptığınız her küçük tercihiniz en büyük hedefinizle ilişkili olmalıdır! Her küçük hedef büyük hedefi desteklediği, büyük hedefle aynı yol üzerinde olduğu derece önemlidir!
Hedefinizi büyütmeli ve tüm hedeflerinizi en büyük hedefinizi altında uygun yerlere yerleştirmelisiniz!Herkes en üstte olmayacak! Ama kim daha büyük istiyorsa o daha yüksekte olacaktır!Ne kadar yüksek isterseniz, yükseğe o kadar yakın olacaksınız!
Küçük hedefler için harcayacağınız çaba büyük hedefler için harcayacağınız çabadan az değildir! Büyük hedeflerin verdiği zevk, çabanın yoruculuğunu yok eder! Küçük hedefler ise ruhunuzu sıkar ve çektiğiniz acı , yeteneklerinizin zamanla körelmesine yol açar!
3. KESİN İNANCA SAHİP OLMAK
İnanmadığınız bir şeyi asla ve asla başaramazsınız!Bir yetenekteki eminlik düzeyine kadar güçlenmişse onun gerektirdiği emek o kadar azalacaktır! İnançlıysanız hiçbir şey olanaksız değildir! Başarabileceğinize ne kadar inanıyorsanız başarma ihtimaliniz o kadar fazladır!
İnancınız ne kadar güçlüyse ruhunuza o kadar güç verilecek, o kadar az emekle aynı işi yapabilecek, çevresel faktörler yardımınıza koşacak ve kaderiniz o ölçüde isteklerinize göre belirlenecektir!
İnancınız ne kadar kuvvetli olursa o kadar derinden hissedersiniz! Karşınıza çıkan güçlük ne kadar büyükse onu yenmenizi sağlayacak inancı o kadar geliştirmelisiniz!
Başaracaklarına inananların başarmalarının nedeni , sadece, inançların onlara verdiği cesaretle çok çalışmaları değildir!İnanmanın, tüm evreni , tüm iç ve dış şartları insana destek olacak şekilde harekete geçirmesidir!
4. YAKICI ARZU GELİŞTİRMEK
Hiç kimse bir şeyi elde edebileceğine inanmadığı sürece onu elde etmeye hazır değildir! Ne kadar hazır olduğunuzu ne kadar arzuladığınız belirler!Başarı büyükse ona yol açan arzu da büyüktür! Ne kadar başarılıysanız o kadar arzulusunuz!
Bugününüz geçmişteki arzularınızın eseridir, geleceğinizi de bugünkü arzularınız belirleyecektir! İradenize bırakılan kederi, başka hiçbir şey değil, arzularınız belirleyecektir!Kainattaki tüm güç ilişkileri arzu kanununa dayanır! Arzu, manevi gücün doğduğu kaynaktır! Arzularınız ruhunuzdan doğar! Ne kadar güçlü arzuya sahip olursanız o kadar güçlü olursunuz!
Neyi başaracağınız, neyi istediğinize, nasıl ve ne kadar istediğinize veya ne kadar istemediğinize bağlıdır! Ne kadar arzularsanız o kadar enerjiyi, o kadar gücü, o kadar emeği amacınız uğrunda feda etmeye hazır olursunuz!
5. STRATEJİ BELİRLEMEK VE PLAN YAPMAK
Strateji belirlemek “Hedefime nasıl ulaşabilirim” sorusuna cevap bulmaktır. Nasıl yapılacağını bilmek yapabilmenin % 80’inin oluşturur. Üzerinden geçeceğiniz yolların bütün kıvrımlarını bütün kesinliğiyle belirlemelisiniz.
Tam olarak neyi , tam olarak nasıl, tam olarak nerede, tam olarak ne zaman ve tam olarak ne kadar yapmak istiyorsunuz. Hedefinizi kesinleştirdiniz mi? Ne istediğinizi tam olarak bilmezseniz, istemediğiniz verildiğinde itiraz etmeye hakkınız olmaz.
Planlanan hedef bugünden başlayarak geleceğe doğru tüm adımları ve ayrıntıları tespit edilen hedeftir. Hedefleri bir piramidin içine yerleştirebilmelisiniz. Piramidin en üst kısmında en soyut ve en genel hedef vardır. En büyük hedef olarak bunu dikkate alacaksınız. Hayatınızın nihai amacı budur.
Hedeflerinizi yazın. Kağıda yazmak zihne çelik harflerle kazımanın en kolay yolu kağıda yazmaktır. Bir defa yazmak on defa okumak veya düşünmek gibidir. Eğer hedefinizi yazarsanız on kat daha etkin düşünecek, bilgiyi kendinize mal edecek, kendinizi hedefe daha daha kolay şartlandıracaksınız.
6.CESARETLE EYLEME GEÇMEK
Bir insan kendisine güveniyorsa , tüm tutumu bunu size söyleyecektir. Kendinize güvenmiyorsanız bunu asla gizleyemezsiniz. Nice inanılmaz yeteneklere sahip insan cesaretsizliği yüzünden keşfedilememiştir. Dahası cesaretsizlik yeteneklerin en büyük düşmanıdır.
Eğer eylemlerinizin seyrinden emin değilseniz bir girişimde bulunmayın. Şüpheleriniz ve tereddüdünüz uygulamalarınızı bozacaktır. Çekingenlik tehlikelidir. Cesura herkes hayrandır, kimse çekingene saygı duymaz.
Söylenmek korkuyu, söylemek cesareti artırır. Cesaretiniz varsa izlerinizi uzaklara taşırsınız. Varolmanız cesaretinize bağlı. Cesaretiniz varsa herkes sizin varolduğunuzu bilir. Sizi insanların dünyasına sadece cesaretiniz taşır. Cesaretiniz yoksa kendi iç dünyanıza hapis olmaya mahkumsunuz. Cesaretiniz varsa geçtiğiniz her yolda sizi anlatan bir iz bırakırsınız. İçinize saklanan gizli bir korku, sizi sürekli engellemeye çalışır.
7. KARARLI VE ISRARCI OLMAK
Vazgeçmenin kaçınılmaz bedeli başarısızlıktır; başarısızlığın tek nedeni vazgeçmektir. Israrın asıl etkisi eylemlerinize değil, eylemlerinizin sonucunadır. Israr sayesinde on saat konuşmanın etkisini bir saat konuşmuş gibi arttırabilirsiniz. Israrın bir yönü uyanık bilincinize bağlıdır; düşünmeye ve davranmaya devam ederek ısrar etmiş olursunuz. Öncelikli ısrar, zihinsel ısrardır; ısrar içinizden ayrılmadığı sürece tüm tutum ve davranışlarınız yönetmeye devam eder. Diğer yönü hayatınızı yöneten gizli taraflarınıza bağlıdır. Siz vazgeçmediğiniz ve kararınızı değiştirmediğiniz sürece ruhunuz ve derin bilinciniz sizin adınıza ısrar etmeye devam ederler. Israr sabra sabır zamana ihtiyaç duyar.
8. EN İYİYİ BEKLEMEK
En iyisini ümit ederseniz, mutlaka en iyiye ulaşmayı başarırsınız. Bir şeyin en iyisini beklerseniz zihninizde büyük bir güç oluşur ve çekim kanununa göre en iyiyi size doğru çekmeye başlar. Böylece içinizdeki yaratıcı güç açığa çıkar ve bu gücü ulaşmak istediğiniz hedefe yoğunlaştırırsınız. Kendinizi tamamen elde etmek istediğiniz şeye verebilirsiniz. Eğer bir insan kendini bir şeye tam olarak veriri ve onun üzerinde yoğunlaşırsa karşısına çıkan bütün engelleri aşar ve elde etmek istediği şeyi elde eder. Eğer bir güçlüğün üzerine bütün benliğinizle gider ve bütün gücünüzü ona aşmaya yöneltirseniz o güçlük önünüzde paramparça olup dağılır ve yok olur.
En iyi şeyin olmasını beklemenin anlamı beklediğiniz şeyin elde edilmesine bütün kalbiniz ve içtenliğinizle kendinize adamanızdır. Yaşamda başarılı olmanın anahtarı yaptığınız işin iyi sonuca ulaşmasını yürekten istemeniz ve kendinizi o işe bütün benliğinizle vermenizdir.
9. HEDEFE ULAŞMAK
Bir eser tüm boyutlarıyla tamamlandığında anlam kazanacaktır. Bir adım daha atamamak atılan binlerce adımın yok olmasına neden olur. Saati son çark çalıştırır. Bitirmemek yapmamaktan farksızdır. Başarının olmazsa olmaz kuralı “yapmak” tır. Yapmayı anlamlı kılan bir kural vardır: Bitirmek. Bitmeyen iş yapılmamış iş gibidir. Ne kadar iyi yapılırsa yapılsın , tamamlanmayan iş, can damarı kesilmiş vücut gibidir.En son çarkı takılmamış olan saat yok olan bir saatten farksızdır. Tam olarak bitmemiş iş, hiç bitmeyecekse, hiç yapılmayandan daha kötüdür. Çünkü zamanınızı emeğinizi, sağlığınızı alıp götürür.