Bu Blogda Ara

29 Ekim 2012 Pazartesi

28 Ekim 2012 Pazar

15 Ekim 2012 Pazartesi

KÜÇÜK ROL YOKTUR , KÜÇÜK AKTÖR VARDIR


Çevrenizdeki insanlara dikkat edin. Bazıları işlerine aşıktır ve büyük düşünüp her bir parçasını büyük bir ciddiyetle yapar... Bazıları ise işlerini sevdiklerini söyler ama gereklerini yerine getirmek söz konusu olduğunda küçük düşünür. 

KÜÇÜK ROL YOKTUR

On yedi yaşındaki kızım Sara İngiltere'de tiyatro öğrenimi görüyor. Senede birkaç defa, okulda sunulmak üzere, bir piyes çalışıyorlar.
Geçenlerde, yeni sahneye konacak bir müzikalde ona verilen rolü küçük bulduğu için öğretmenine şikâyete gittiğini anlattı.
Öğretmeni onu dinlemiş ve "Küçük rol yoktur. Küçük aktör vardır" demiş.

Bu lafa bayıldım.
Önemli olan rolün büyüklüğü değil ne kadar iyi yapıldığıdır.
Önemsenmeyecek kadar küçük rol yoktur. Küçük rollere küçük aktörler burun kıvırır. Büyük aktörler, büyük küçük rol ayırmaz, bütün rolleri mükemmel yapar. Küçük olsun olmasın, her rol mükemmellik talep eder. Büyük küçük, bütün parçaları mükemmel olan şey mükemmel olur.
Harika değil mi?

Shirley MacLaine ile Debra Winger'in baş rollerini oynadığı Terms of Endearment filminde (1983) Jack Nicholson ayyaş, kadın düşkünü bir astronotu oynuyordu.
Unutulmaz bir karakter yarattı ve beş, on dakikalık rolü ile Oscar kazandı.
Milos Forman'ın 1984 tarihli Amadeus filmini klasik yapan şeylerden biri, "küçük" rollerdeki bütün aktörlerin birinci sınıf olmasıdır. İmparator Joshep II’de Jeffrey Jones, Sihirli Flüt operasını ısmarlayan Emanuel Schikaneder'i oynayan Simon Callow, Kappelmeister Bonno’da Patric Hines ve Count Orsini-Rosenberg'de Charles Kay harika idi. Unutulmaz birer karakter yarattılar.
Ve birkaç gün önce yeniden izlediğim, daha az bilinen o inci: 1985'te gösterime giren Robert Mason, John Guilgud, James Fox ve unutulmaz bir öpüş sahnesinin kahramanı Cheryl Campbell'li The Shooting Party. Sadece İngilizlerin çekebileceği lezzette olan film 1913'te asillerin katıldığı bir av partisini anlatıyor. Sade ve abartısız bir keyif.

Küçük rol yoktur, küçük aktör vardır... Düşünecek olursanız bu söz sadece rol sahne için geçerli değildir. Bir iş ahlakının, hayat felsefesinin özetidir.
Küçük okul yoktur. Küçük öğretmen vardır. Küçük devlet yoktur. Küçük devlet adamları vardır. Küçük siyasi parti yoktur. Küçük siyasetçiler vardır. Küçük maç yoktur. Küçük futbolcular vardır. Küçük gazete yoktur, küçük gazeteciler vardır. Küçük banka yoktur. Küçük bankacılar vardır.

Shakespeare: "Bütün dünya bir sahnedir/ Ve bütün erkekler ve kadınlar birer aktördür" diye yazdı. Hayat sahnesinde oynanan, senaryosu olmayan bir oyundur. 

Acaba bu rolü oynayanlar için de "Küçük rol yoktur, küçük aktör vardır" denebilir mi?
"Ne oldu sonunda" diye sordum kızıma.
"Çok iyi oldu. Rolüm küçüktü ama en komik roldü. Herkes en çok bana güldü."
Aristo "Mükemmellik bir alışkanlıktır" demiş... 

DU YU SPEK ENGLİŞ ?


"Ya, nasıl halledeceğiz şu İngilizce olayını? Başlayamadım bir türlü."

"Hocam, var mı şöyle bildiğin iyi bir kurs? İngilizce'ye başlamam lazım hemen."

"Liseden aslında iyi bir temelim var ama çoğunu unuttum. Özel ders mi alsam acaba?" 

"Keşke evlenmeden önce dil öğrenme işini halletseydik. Şimdi vakit bulamıyorum."

Ülkemizde yukarıdaki cümleleri kuran insan sayısı o kadar fazla, ve gerçekten dil öğrenebilen kişilerin sayısı o kadar az ki, ortaya çıkan tablo bir yerlerde mutlaka sorun olduğunun sinyallerini veriyor. Millet olarak İngilizceyle ilgili genetik bir problemimiz olmadığına göre, ya motivasyon sorunumuz var, ya da yöntemlerimiz yanlış. Peki, dil öğrenmeye karar veren bir kişi ne yapmalı? İşte bazı tavsiyeler...

• Öğrenmeye karar verin ve hemen başlayın. Kaç yıl süreceğini, hangi aşamalardan geçmeniz gerekeceğini, masraflarını ve diğer bütün detayları düşünmeden başlayın. Başlamak için bir kelime öğrenmek bile yeterlidir. Karar vermek öğrenim sürecine girmek demektir ve bu da asıl problemi çözer. Yöntem, maliyet, zaman gibi sorunlar bu sürecin içinde sırasıyla çözülecektir.

• Yabancı dil öğrenmeye karar verdikten sonra öncelikli hedef olarak kendinize mutlaka güçlü bir "öğrenme nedeni" sağlayın. Öğrenme nedenlerini belirlemek için bir grup öğrenci arasında yapılan bir soruşturmada şu tür nedenler ortaya konmuştur;

- Yabancı dil bilmediği için iş bulamayan yakından etkilenme
- Turistlerle iletişim kurma dürtüsü
- Türkiye'de iş kaynakları tükeniyor
- İnternette hakim dilin İngilizce olması (%84)
- Satın alınan cihazların kullanma kılavuzlarını okuyabilme dürtüsü
- Kültürümüzü yabancı platformlarda anlatabilmek
- Gelişen dünyayı yakalayabilmek ve değişime ayak uydurabilmek için yazılı ve sözlü kaynaklardan yararlanabilmek

Bu düşünceler içinde baskın olan küme iletişim kurabilme ve iyi bir iş bulabilmek için yabancı dil öğrenmektir. Aslında ülkemizde güçlü bir "öğrenme nedeni" ve gerekli motivasyonu sağlayabilmek için sarı sayfalardaki iş ilanlarına bir göz atmak bile yeterli olabilir. Yabancı dil çoğu zaman bir amaç değil, hedefe taşıyan çok önemli bir araçtır ve bu yüzden geleceğe yönelik kesinlik kazanmış bir perspektifinizin olması dil öğrenme sürecinde çok önemli bir rol oynar.

- Dil öğrenmek için mevcut olan kaynakları sakın bazı yayınevlerinin hazırlamış olduğu kitap ve kasetlerle sınırlı sanmayın. Günümüzde İngilizce eğitimine ilişkin en kapsamlı kaynak İnternettir ve Türkiye'de olmasa da birçok ülkede çoğu insan yalnızca internet üzerinden dil öğrenmekte, eğitim sürecinde olanlar ise mutlaka destek amacıya interneti kullanmaktadır. "Okulsuz Eğitim" kavramı dünya literatürüne girdiğinden beri, "online" eğitim hizmeti veren sitelerin sayısı ve ciddiyeti önemli ölçüde artmıştır. Görünen o ki yakın zamanda insanlar dil öğrenirken parmak kaldırmak yerine, farenin sol düğmesine tıklayacaklar, zil sesinin yerini modem zırıltısı alacak ve diplomamız e-postamıza gelecek. Bir bilim kurgu romanının satırları arasından fırlamış gibi duran bu ifadeler artık daha az sayıda insanı şaşırtıyor. Daha on yıl önce bilgisayarın başında pijamasıyla alışveriş yapan ve karısına "Sevgilim, patlıcan da lazım mı?" diye bağıran bir insan karikatürüne kahkahalarla gülen insanlar, bugün birşeye gülmeden önce iki kez düşünür oldu. Tüm bu gelişmelere rağmen ülkemizde hala "internet eşittir chat" anlayışından kurtulamayan bir kitle var ve bu bilgi "teröristleri" örgüt evi olarak çoğunlukla internet cafeleri kullanıyorlar. Siz sakın bu örgüte dahil olmayın. Yabancı dil öğrenirken mutlaka internetteki kaynaklara ulaşmaya çalışın. 

• Bir yabancı dilin öğrenilmesi, tarih, fizik ya da bir başka dersin öğrenilmesinden farklıdır. Bir dil, ait olduğu toplumun düşünce biçimini yansıtan bir araçtır. Dil toplumla birlikte geliştiği için, yabancı bir dile hakim olabilmenin ilk şartı, o dili konuşan toplum gibi düşünebilmektir. Örneğin, yabancı bir dilde erkek ve kadın için kullanılan kelimeler, o toplumda erkek ve kadının sosyal statülerini ortaya koyar. Başka bir örnek vermek gerekirse Türkçe'de söylenen "Dereyi görmeden paçaları sıvama" atasözü "İngilizce'de "Şişman kadın söylemeden operayı bitti sanma" şeklinde söylenmektedir. Her iki atasözü de aynı amaçla söylenmiş olsa da, kültürel farklılıklar sonucu farklı biçimlere bürünmüştür. Günümüzde sinemanın ve (popüler) müziğin başkenti Amerika olduğu için bu kaynaklardan da faydalanma şansımız yüksektir. Film metinleri ve şarkı sözleri toplumun aynasıdır ve "İngilizce düşünme" sürecini hızlandıran faktörlerdir. 

• Dil öğrenme sürecini mutlaka zevkli bir hobiye dönüştürün. Bunun için yabancı bir dergiye (Newsweek veya Time) abone olun. Sinemaya gittiğinizde İngilizce'nizin mutlaka gelişeceğini bilin ve o bilinçle seyredin. Filmlerden maksimum derecede yararlanmak için eğer gerekli donanım varsa DVD filmleri hem seslendirmesi, hem de altyazısı İngilizce olarak seyredin.

• Eğer evinizde kablolu televizyon veya başka bir sistem varsa, günün belirli bir saati düzenli olarak BBC veya CNN seyredin. Hiç anlamıyorum diye yakınmayın. Bu öğrenme eylemi "bilinçsiz öğrenme" olarak adlandırılır ve öğrendiğinizi anlamazsınız. 

Çoğumuzun başına gelmiştir. Bir alışveriş merkezinde dolaşırken dilimize bir şarkı takılır ve bir süre sonra alışveriş merkezinde de aynı şarkının çaldığını farkeder ve tesadüf sanarak hayret ederiz. Halbuki bu bir tesadüf değildir. Alışveriş merkezinde çalan müziği kulağımız farkeder ve beyine mesajı iletir. Ve biz o şarkıyı söylemeye başlarız ama niye söylediğimizi asla bilmeyiz. Yani bilinçsiz bir uyarılma vardır. Bir süre sonra ancak fonda çalan müziği beyin ayırdeder ve biz bunu tesadüf sanarız. Televizyon seyrederken veya film seyrederken de aynı durum yaşanır. Bu yüzden sakın "hiçbirşey anlamıyorum" diyerek vazgeçmeyin.

• Düzenli olarak mutlaka seviyenize uygun kitaplar okuyun. Eğer seviyenizi bilmiyorsanız ölçünüz şu olsun. Eğer kitabın bir sayfasında 10 kez sözlüğe bakıyorsanız o kitap size göre ağırdır ve bıkkınlığa neden olabilir. Eğer bir sayfada hiç sözlük ihtiyacı duymuyorsanız o kitap da seviyenizin altındadır ve bir fayda sağlamaz. Bu yüzden her sayfada sadece 2-3 kez sözlük ihtiyacı duyacağınız kitapları seçin ve seviyeyi giderek artırın. Peki nereden kitap edinebilirsiniz? 

Beşiktaş Barbaros Bulvarındaki British Council (İngilizce Kütüphanesi) dil öğrenen herkes için büyük fırsatlar içeriyor. Bu kütüphanede az bir ücret ödeyerek çok zengin kaynaklara ulaşabilirsiniz. Her seviyeye uygun hikaye kitapları, dergiler, kasetli kitaplar ve filmlere ulaşmak ve ödünç almak için bu kütüphaneye mutlaka üye olun. Ankara İstanbul ve İzmir''de oturan arkadaşlar Britisih Council''in hizmetinden istifade edebilir. Detaylı bilgi için www.britishcouncil.org.tr adresini ziyaret edebilirsiniz.

• Eğer büyük bir engeliniz yoksa hedefleriniz arasında kısa süreli de olsa mutlaka bir yurtdışı gezisi olsun. Yurtdışına çıkma fikri bile birçok insana çok uzak gelmektedir. Genellikle ekonomik kaygılar nedeniyle uzak durulan yurtdışı planları sanıldığı gibi zor değildir aslında. Yapmanız gereken tek şey Amerika veya İngiltere'de yaz boyunca süren yarı gönüllü kamp programlarını araştırmak ve uygun olan bir tanesini seçip katılmaktır. Genelde dört ay süren bu kamplar İngilizce konuşma problemini büyük ölçüde halleder ve dile yeni bir bakış açısı kazanmanızı sağlar.

• Son olarak dili önemseyin ama dil öğrenme işini hafife alın. Hafife almak demek, sürekli nasıl öğreneceğinizi araştırıp kaygıyla beklemeye bir son vermek ve cesaretle ilk adımı atmak demektir. Bisiklete binmeyi öğrenmek isteyen bir kişi nasıl öğreneceği, öğrenirken nelere dikkat etmesi gerektiği, öğrendikten sonra geçireceği evreleri, bisiklet kullanabilen birisi olarak elde edeceği avantajları vs araştırmaya kalkarsa boş yere vakit kaybetmiş olur. 

Bisiklet kullanmak isteyen kişinin yapması gereken ilk iş seleye oturmaktır. Önce düzlük yerde başlayan çalışmalar daha sonra bir yokuşun başında olgunluğa erişir. Rüzgar ilk saçlarını okşadığında bisikletin üzerindeki kişinin hafif bir korku ve tedirginlik oluşsa da, bu duygu çok kısa bir zamanda güven duygusuna dönüşür. Siz de düzlükte ilk adımınızı atın ve bekleyin. Emin olun çok kısa bir süre içinde dik bir uçurumun kenarında aşmış olduğunuz yola bakacaksınız gururla. Rüzgar saçlarınızı okşarken aşağıda hala birbirine "Abi, nasıl öğreniriz bu İngilizceyi yaa?" şeklinde soru soran insanlar görüp şaşıracaksınız.

ÖĞRENCİLER MUTLAKA OKUMALI


A- DERSTEN ÖNCE UYULMASI GERKEN İLKELER:

1. Her öğrenci kendi çalışma ortamına göre bir çalışma planı hazırlamalı ve bu plana mutlaka uymalıdır.
2. Çalışma metodunu dersin özelliğine göre seçmelidir. (Okuma, not tutma, anlatım, tümden gelim, tüme varım gibi) sayısal dersler çalışırken mutlaka metodu olarak yazarak çalışma metodu uygulanmalıdır.
3. Ders çalışmaları mutlaka belli bir yerde sakin bir ortamda bir masa üzerinde yapılmalıdır.
4. Hemen her derste bütün konular çalışılmalı, konular arasında önemli önemsiz ayrım yapılmalıdır.
5. Ders araç ve gereçlerini çalışmaya başlamadan önce hazırlamalı, unutulmamalıdır ki araç ve gereç ihtiyacı olduğunda temin edilmeye çalışılırsa hem zaman kaybına hem de dikkat dağılmasına neden olur.
6. Çalışmaya psikolojik olarak hazır olmayan kişi problemlerinden kendisini soyutladıktan sonra çalışmaya başlamalıdır.
7. Öğrenmeyi aralıklarla yapmalı, bu aralıklarda dinlenmeyi, gezinti, söyleşi, müzik ile yapılabilir.
8. Çalışkan konu kendi başına bir bütün değilse, geçmiş konular gözden geçirilmelidir.
9. Sözel dersler çalışılırken ana düşünceleri dile getiren anahtar kelime ve cümleler tespit edilmeli gerekirse renkli kalemle altları çizilmelidir.
10. İşlenecek konu dersten önce çalışılmalı, anlaşılmayan yerler tespit edilerek derse girilmelidir.
11. Ders çalışılırken motive olunmalı, televizyon karşısında veya yatarak çalışmanın etkinliğini azaltacağı unutulmamalıdır.
12. Düzenli bir defter tutma alışkanlığı kazanılmalı. Tükenmez kalem yerine kurşun kalem kullanmaya özen göstermelidir.
13. Çalışırken bir cevabı ezberlemek yerine konuyu anlamaya veya problemin çözümü yolunu öğrenmeyi seçmelidir.
14. Anlatım dersinin arkasından sayısal (matematik, fenbilgisi gibi) bir ders çalışılmalıdır.
15. Sabah kahvaltısı yaparak okula gelmesi, aksi takdirde ders dinleme dikkatinin azalacağı unutulmamalıdır.

B - DERS ESNASINDA UYULMASI GEREKEN İLKELER:

1. Sınıfta dersler iyi dinlenmesi, ders sırasında başka şeylerle meşgul olunmamalı, anlamadığı yeri anında öğretmenine sormalıdır.
2. Öğretmen dersi anlatırken üzerinde durduğu noktalar ve sınıfa yönetilen sorular not edilmeli ve sonra çalışılmalıdır.
3. Tahtaya yazılan bilgiler ve problem çözümleri dikkatli bir biçimde deftere geçirilmeli ve kontrol edilmelidir.
4. Derslerde devamsızlık yapılmamalı, eğer zorunlu olarak yapılmışsa o dersteki konu arkadaşlardan öğrenilmelidir. Unutulmamalıdır ki bir sonraki konunun öğrenilmesi bir önceki konunun bilinmesine bağlıdır.
5. Sınavlarda soruların cevaplarına geçilmeden önce cevaplar zihinsel tasarlanmalı, kağıtlar verilmeden önce mutlaka kontrol edilmelidir.

C - DERSTEN SONRA UYULMASI GEREKEN İLKELER:

1. Bütün dersler işlendikçe çalışılmalı, konular biriktirilmemelidir.
2. Dersler tekrar edilirken, anlaşılmayan konular tespit edilmeli, bir sonraki derste öğretmenine sorarak öğrenilmeli. Sorarak öğrenilenlerin unutulmayacağı hatırdan çıkarılmamalıdır.
3. Sayısal dersler çalışılırken sınıfta öğrenilen çözüm yollarının yanı sıra başka çözüm yollarının da olup olmadığı kaynak kitaplardan araştırılmalı, özellikle örnek çözümler çoğaltılmalıdır.
4. Zor anlaşılan konular en verimli çalışma saatleri ayrılmalıdır.

JİNEKOLOG KAYA BİLİR !


Diş hekimi Oya Bilir ve jinekolog Kaya Bilir efsanesi yıllardır sürer. Kaya Bilir'i bilmiyoruz ama Oya Bilir gerçekten de var. Adıyla mesleğinin uyumlu olması onu Türkiye çapında bir şöhret haline getirdi. İsimler ve soyadları ister istemez kişinin kariyerini etkiliyor. Hele 'ilginç' bir isme sahipseniz bu kaçınılmaz. Ama illa çarpıcı bir isim olması gerekmez. Mesela, uzmanlara göre, en yaygın erkek isimlerinden Mehmet, karşıdakinde güven hissi uyandırıyor. Sakıp ve Serdar ise zenginliğin sembolü olarak görülüyor. 

İnternette sürekli dolaşan ilginç isimler vardır. En meşhurları da diş hekimi Oya Bilir ile jinekolog Kaya Bilir. Bünyamin Dana, Şaban Tren, Sadık Öküz, Duran Tekerlek, Coşkun Aptal da, internet geyikçilerinin sevdiği isimlerdendir. Bunların hangileri gerçek hangileri efsane bilinmez ama bir şekilde akılda kaldıkları kesin.

Merak ettik, acaba ismimiz hayatımızı, kariyerimizi etkiliyor olabilir mi?

Türkiye'de en çok kullanılan isimler kadınlarda Ayşe, Emine, Hatice, Zeynep; erkeklerde Mustafa, Ali, Hasan, Ahmet, Mehmet. Akrofonolog (isim bilimcisi) Kemal Haluk Cebe isimlerin insanın kariyerini çok etkilediğini söylüyor. K harfi kariyeri temsil ettiği için, isimde bu harfin olmasını tavsiye ediyor. İnsanda güven hissi uyandıran isimlerin başında ise Mehmet geliyor. Cebe, Türk askerine bu yüzden Mehmetçik dendiğini düşünüyor. Buna karşılık, insanda en çok tedirginlik yaratan, olumsuz düşüncelere iten isimler ise Harb ve Mürre imiş. Eğer güçlü bir isim istiyorsanız ismin içinde D ve G harfleri olması gerekiyormuş. A harfiyle başlayan isimler de bu anlamda çok önemli imiş.

İsmin, insanlar üzerinde son derece tesirli ve önemli bir etken olduğunu belirten Cebe, ilk anda size çok sempatik gelen bir isimmin adeta ruhunuzu okşayacağını ve o kişiye karşı çok yoğun ilgi duyabileceğinizi söylüyor.

Meslek guruplarında öne çıkan isimleri tek tek ayırmak son derece uzun süreceğinden Cebe isimlerin içesindeki harflere göre kategorize ediyor, mesela:

L harfi, sanatla ilgili işler yapanlar için ideal. El marifetiyle çalışan herkes için de öyle.

B ve A harfleri, satış ve pazarlamada çalışanlar,

İçinde M ve A olan isimler serbest ticaret yapanlar,

S harfinin isim ve soyadında olması üretici faaliyetlerde ve planlamada çalışanlar,

Z harfi araştırma ve geliştirmede çalışanlar ve

İ ve P aynı isimde yer aldığında psikoloji ve tıp alanında çalışanlar için 'ideal' harfler.

Soyadları öne çıkıyor
İsim değiştirmenin hem kariyeri hem de hayatı değiştirmek olduğunu söyleyen Cebe, ismin kişinin ruhsal bedeniyle bir bütün halinde titreşimleri yaratması gerektiğini düşünüyor:

"5.000 yıl öncesinden Çin'de çocuk doğmak üzereyken 'isim koyucular' çağrılırdı. Bu kişiler çocuğun doğum anında çıkarttığı sesten ona uygun titreşimdeki ismi koyarlardı."

İsimler iş ilişkilerinde de son derece etkin imiş. Birlikte çalışan kişilerin isim titreşimi eşit seviyede ise iyi bir ortaklık oluyor, diyen Cebe, soyadın isimle birlikte titreşim yarattığı için çok etkili olduğunu, bugün birçok firmada daha ziyade soy isimler ön plana çıkarıldığını söylüyor. Sabancı, Demirören ve Koç gibi... "İsim ve soyadı iyi bir bütünlük yaratan frekansı yakalarsa harika bir kariyer olabilir" diyen Cebe hem kadına hem de erkeğe konan (Yüksel gibi, Işık, İsmet,Servet gibi) isimlerin de iş hayatında çok fazla olumsuzluk yaratmadığını söylüyor.

Zenginliğin sembolü Sakıp ve Serdar
Zenginliğin sembolü 2 isim var diyen Cebe bu isimlerin de Serdar ve Sakıp olduğunu söylüyor. Sakıp Sabancı'nın isminin müthiş bir özelliği olduğunu belirten Cebe;

Başta bulunan S harfinin çok iyi proje üretme

A harfinin algılama ve mantığı iyi kullanma

K harfinin yüksek seviyede kariyer

I harfinin hassas ve duygusal olduğu

P harfinin de kendine olan güven anlamına geldiğini söylüyor.

Soyadın ilk harfi olan S, üretilen projeyi çok iyi değerlendirme

A harfi yeri geldiğinde atılgan ve enerjik olduğu

B harfi önsezilerinin güçlü olduğu 

Diğer A harfi mantık ve algılama kuralları

N harfi önsezilerini kullaranak iş yapma

C harfi güzel sanatlara karşı olan duygusallık anlamına geliyor.

Bir diğer önemli isim ise Serdar. İsimden sonra gelen harflerin kullanımı isimleri son derece etkiliyor.

Göbek adınızı kullanın
Ad, soyad ve göbek adı kullanınca çok uzun oluyor, hoş durmuyor diye düşünmeyin, Cebe bunun tam tersini söylüyor. "8 tane isim koyun o daha iyi olur. İspanyolların, Portekizlilerin isim enerjileri çok daha farklıdır. 8-9 isimleri vardır. Ne kadar çok isim ve harf olursa sizin enerjiniz daha çok tetiklenir. Ben göbek adlarını mümkün olduğu kadar kullanmalarını tavsiye ediyorum."

Meclis'te en çok Mehmet var
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki 542 milletvekili arasında en yaygın isim Mehmet. Meclis'te 57 Mehmet, 24 Ali ve 21 Mustafa bulunuyor. Kadın milletvekillerinde ise en yaygın isim 5 kişiyle Fatma. Arkasından da 4 Ayşe geliyor.

Herkes bize Akcennet diye iltifat ederdi
Selin Karacehennem (Psikolojik Danışman Evlilik ve İlişki Terapisti, Yaşam Koçu): 4 sene hergün canlı olarak "Evlilik Sanatı" altında telefon üzerinden terapi yaptım. 2 aydan bu yana da ulusal bir kanalda aynı programı yapıyorum. Bu zaman zarfında insanlara faydalı oldum ki, gerek kitaplarım gerek programlarım beğenilerek devam ediyor. İlk zamanlar bu çok ani meşhur oluşum bazı medya kurumlarını rahatsız etmiş ki; soyadım üzerine gereksiz yazılar çıktı. Ancak, şu ana kadar danışanım veya harici kişiler soyadımı hiç konu etmedi. Kariyerim özellikle bundan çok yarar gördü. O zamanlar ismimi hatırlamayanlar, soyadımdan hatırlayarak beni buluyorlardı. Evlenmeden önceki soyadım olan Özkök'ü de araya ekleyerek programlarımı yapıyor, yazılarımda kendimi Selin Özkök Karacehennem olarak tanıtıyordum. Konuk olarak gittiğim pek çok televizyon veya radyo programlarında iyi niyetli dahi olsalar soyadımın bana niçin böyle olduğu soruldu. Ancak ben her seferinde tarihi bir soyadı olduğunu tekrarladım. Şöyle ki 2. Mahmut zamanında, tarihte "Vakkayı Hayriye" diye geçen yeniçerilerin ortadan kaldırılmasına sebep olan Karacehennem Paşa'nın (yani eşimin büyük büyük dedesinden) olduğumuzu tekrarladım. Soyadımız daha önceleri de bilhassa çok uzun seneler yaşadığımız Amerika'da uzunluğu dolayısı ile zor bulunurdu. Türkiye'de ise çok gülünürdü.
Ancak şahsımızla tam tezat soyadı olduğu için herkes bize "Akcennet" diye iltifat ederlerdi.

'Adım ve soyadım sana teminattır'
Güven Kurtul (Avukat): İsmimi mühendis olan babam vermiş. İlerde mesleğimin ne olacağını kesinlikle düşünmemiş. Zaten mimar olmak istiyordum fakat Hukuk Fakültesi'ni tutturdum. Adımın, soyadımın ve mesleğimin bir bütün olarak çok etkili bir uyum arz etmesinin, gerek mesleğimde, gerekse politik çalışmalarımda büyük yararını gördüm. Dava veren müvekkil, tabii huzursuz ve endişeli olduğundan davayı kazanıp kazanamıyacağımızı sorduğu zaman, "Güven Kurtul. Adım ve soyadım sana teminattır" diyerek daha baştan moral veririm. Keza, davaya bakan yargıçlar dahi, adımı ve soyadımı okudukları zaman tebessüm ederek ve espri yaparak davaya daha baştan olumlu bir hava içinde bakıyorlar. Diğer yandan, 1983 senesinde bürom Sarıyer'de idi. Rahmetli Turgut Özal da Sarıyer Yeniköy mahallesinde oturuyordu. Anavatan Partisi'ni kurarken, Sarıyer'de tabelamı görmüş, beni araştırmış ve Sarıyer İlçe Başkanlığı görevini bana vermişti. Bir yıl sonra yapılan mahalli seçimlerde İstanbul Büyük Şehir Belediye Meclisi üyeliğine seçildim ve 5 yıl Meclis Başkanlığı yaptım. Böylece adımın ve soyadımın yararını politikada dahi gördüm. Gerek dava veren müvekkiller gerekse siyasi çalışmalarımda vatandaşlar adım ve soyadımdan dolayı daha çok güven ve sempati duymuşlardır. Adım ve soyadımın doğurduğu izlenim ve pozitif enerji daima ortamı müsbet olarak etkilemiş, espri ve takılmalara neden olmuş, böylece pek çok dost ve çevre edinmiş oldum. Bu nedenden dolayı, isim ve soyadın insan hayatında çok önemli etkileri olduğuna tanık oldum.

İsmimle şoka girenler, soyadımı duyunca bitiyor
Oral Sökücü (Diş Hekimi): Ailemde hiç diş hekimi yok. Bu isim bana verildiğinde anlamını ne annem ne de babam biliyormuş. Kıbrıs Barış Harekátının cereyan ettiği dönde doğmuşum. Annem ve babam da Almanya'da yaşıyordu. Kıbrıs harekátı esnasında uçağının düşmesi sonucu bir pilotumuz şehit oluyor. İsmi de Oral. Muhtemelen bizimkilerin de vatan hasretinden dolayı bu isme karar veriyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse diş hekimi olana kadar hiç etkisi olmadı. Taa ki fakülteye ayak basana kadar. Üniversiteye başladığımın 2 veya 3'üncü günü diş hekimliği fakülte panosunda bir kalabalık öğrenci topluluğu gördüm. Öğrenciler panoya bakıp kahkaha atıyorlardı. "İsmi bak, Oral Sökücü. Kim bu doğuştan fanatik diş hekimi?" diye güldüklerini görünce olayın ciddiyetini anladım. O günden sonra klasik olarak çoğu ilk tanıştığım kimseler annem ya da babamın bir diş hekimi olduğunu düşündüler. Ben de ısrarla olmadığını söylemekle zorunda kaldım. Ve böyle de geçecek sanırım. Hastalarımın çoğu çocuklardan oluşuyor, o yüzden onların tepkisi olmuyor. Ama ebeveynlerinin ve bilhassa doktor olanları ilk etapta şaşırıyor. Daha sonra ifadelerinde "doğru adreste olduklarını" düşündüklerini söylüyorlar. Yani ismimin bana pozitif bir etkisi olmuştur. Adım daha az unutulan bir isim oldu. Mesela şu an yeni göreve başladığım Gaziantep Üniversitesi'nde tanıştığım öğretim üyeleriyle ismimi söyleyince "o siz miydiniz" diyorlar. Adımın meslekle ilgili olmasından dolayı daha popüler daha tanınır olduğumu düşünüyorum. Özellikle bu ismin anlamını bilen bireyler zaten belirli bir sosyo ekonomik seviyede olduğu için (bilhassa doktor) bana hep faydası olmuştur. Mesela henüz daha yeni diş hekimliği fakültesi öğrencisi iken dekan yardımcımız yanına çağırıp "Adın ne güzel ben de çocuğum olursa adını Oral koyacağım" demişti. O zaman arkadaşlar arasında havam inanılmaz artmıştı. Ben de tabii bir de isime ilaveten soy isim faktörü var. İsmimde şoka giren bireyler soy ismi de duyunca tamamen iptal oluyorlar. Yurt dışında bir kongrede konuşmamı yaptıktan sonra bir yabancı meslektaşımla tanıştım. Bana yabancı menşeili misin diye sordu.(Muhtemelen isim yabancı bir anlamı olunca) "Hayır Türküm" dedim. Bana güldü ve "Mesleğinle uyuşmuş" dedi gülerek. Ben de "Soy isimimi söylemeyeyim buna kalbiniz dayanmaz" dedim. Soyadımın yabancı dilde anlamını söyleyince ilk önce inanmadı şaka yaptığımı sandı. Ama gerçek olduğuna inandıktan sonra gülen yabancı meslektaşımı kahkaha komasından çıkarmak oldukça güç oldu.

İLGİNÇ İSİMLERİYLE NASIL 'GEÇİNİYORLAR'?

Çocukken başıma dert oldu, sonra sermayeye dönüştü
Aşkım Kapışmak (Davranış Bilimleri ve İletişim Uzmanı): Aşkım ismini rahmetli anneannem koymuş ve ben doğduğumda kucağına alıp: "Herkes sana Aşkım desin, seni sevsin" demiş. Soyadıma gelince, gerçek soyadım, yani dedeminki, Kapışmaz ama nüfus memurunun gazabına uğrayanlardanım. Kapışmak yapmış ve hayatımın değişmesine yol açan kişi olmuş. Çünkü ismim sevgiyi, aşkı, soyadım ise aşkta kavgayı çağrıştırıyor.

Kurumlarda ikili ilişkiler ve iletişim seminerlerini stand-up şeklinde veriyorum. Bu yüzden de adımı soyadımı sahne adı zannediyorlar. Yıllar önce adım ve soyadım birkaç gazetede haber olunca, TV programlarından teklifler gelmeye başladı. Tüm davetlerin nedeni, ilk önce ismim, mesleğim ve yaptığım stand-up'lardı. Daha çok futbolcular ve iş dünyasıyla çalışıyorum. Bire bir danışmanlık yaparken, seans bitiminde erkekler "Ya hocam size başka isimle seslensek olur mu" diyorlar.

Anaokullarına danışmanlığa gidiyorum. 4-5-6 yaş grubu öğrencileri aşkım kelimesini duyunca çok gülüyorlar. Okulda öğretmen arkadaşlar bana Aşkım dediklerinde çocuklar eve gidip "Anne öğretmenim o abiye aşık olmuş" diyorlarmış sürekli.

Aile faciasına sebep oluyordu
Bazen şirketlere eğitim anlaşması yapmak için gidiyoruz. Toplantı başladığında yöneticilerin ilk soruları "Aşkım Kapışmak nasıl bir isim?" oluyor. İş anlaşmalarında herkesin stresi ilk anlardır. Benim hiç böyle bir derdim olmadı. Tüm görüşmelerim eğlenceyle sürdü, adım sayesinde. Kurumlar ve bireyler marka çalışmasına bütçe ayırırken benim böyle bir endişem olmadı. İsmim ve soyadım kendi çalışmasını yaptı. Geçen sene bir imza günü yaptık. Gelenler imza alıp, numaramı istediler. 3 gün sonra telefonum çaldı. Bir erkek bana "Mustafa ile görüşebilir miyim" dedi. Yanlış aradınız, dedim. Kimsiniz dedi, siz kimi arıyorsunuz dedim. "Beyefendi size bir şey anlatmam lazım, 3 gündür kafayı yiyorum, eşimin bir notu elime geçti, üzerinde aşkım yazıyor altında da bu numara" dedi. Ben de "Beyefendi benim adım Aşkım, eşiniz de imza günüme katıldı herhalde" dedim. Adam öyle bir ohhh! çekti ki anlatamam. Kemer'de bir otele eğitime gittik. Seven Hill Yönetim Kurulu Üyesi Zeynel Özbek de vardı. Lobiye geldik. İki kişiyi şimdilik bir odaya alacaklarını söylediler. Zeynel Bey hemen lafa girip: "Biz seninle birlikte kalalım Aşkım" deyince bütün lobi bir Zeynel'e bir de bana şaşkın şaşkın bakmaya başladı. Zeynel durumu anlayınca "Kimliğini çıkarıp arkadaşlara gösterir misin" diyince çok güldüm. Siz işinizi iyi yapınca adınız ya da markanız değerinizi artırıyor. Bazı isimler küçükken alay konusu oluyor ama ileride sermayeye dönüşüyor. Benimki de bunlardan. Çocukken çok dalga geçildi ama şimdi bana faydası çok. İşime olumsuz hiçbir etkisi olmadı. Sadece birebir ya da kişisel sıkıntılarım oldu. İşimde de insanların beynine çapalandım hep.

FRENE BASIN.....


Zamanla yarışıyorsunuz ama yine de işleriniz bitmiyorsa yavaşlayın! Zaman yetmiyorsa zamanla yarışmak yerine kendi önceliklerinizi ve bu önceliklerin dayandığı "değerleri" gözden geçirin. Aslında zamanın "yetmemesi" zaman kıtlığından kaynaklanan bir durum olmaktan çok insanın sahip olduğu değerlerin farkında olmamasından kaynaklanır...

ZAMAN KITLIĞININ SEBEBİ PLANSIZLIK MI?


Bir ömür boyunca alacağımız nefes sayısı belli. Zaman sonsuz ama bizim zamanımız sınırlı.

Üstelik içinde yaşadığımız çağda zaman daha da hızlı akıyor. Dedelerimizden daha hızlı hareket ediyoruz. Deniz aşırı ülkelere bir günde gidiyoruz ama bu yolculuklar bile bize fazla uzun geliyor. 

Yapacaklarımız o kadar çok ki haftada 168 saat bize az geliyor. Zaman kıtlığını yenmek için daha hızlı yemek yiyor, daha hızlı konuşuyor, daha hızlı yürüyor, daha hızlı araba kullanıyoruz. Bir telaş içindeyiz hepimiz. Çoğumuz ihtiyacından daha az uyuyor.

Üstlendiğimiz sorumlulukların altından kalkmak için bir yerden diğerine savuruyoruz kendimizi. Bu mecburiyetleri yerine getirmekten "esas" yapmak istediklerimizi yapamıyoruz. Kendimizi "tükenmiş" hissediyoruz.
Bu "koşuşturma" iki asır önce sanayi devrimiyle başladı, şimdi hızlanarak devam ediyor.

Amerikalı tarihçi Lewis Mumford, "modern sanayi çağını belirleyen en önemli etkenin buharlı makine değil saat" olduğunu söyler. Eskilerde zaman belirsiz ve kontrolsüz bir şekilde akıyordu. Kimsenin de aklına zamanı kontrol etmek gelmiyordu. Zaman, iş sonlanınca bitiyordu. Sanayi devrimiyle birlikte hayatımıza ölçülen zaman kavramı girdi. Zaman, verimliliği ölçülen ve bedeli ödenen bir "meta" oldu. İnsanın zaman algısı değişti.Vakit nakit oldu.
Bugün insanlar sınırlı zamanın içine mümkün olduğu kadar çok iş sığdırmaya çalışıyorlar, eğer zamanı yönetebilirlerse hayatı da yönetebileceklerine inanıyorlar. 

Peki sizce bu doğru mu? Gerçekten zamanı iyi planlarsak hayatımız daha iyileşir mi? Zamanla yarışmak mutlaka gerekli mi?

Bence çözüm başka yerde. Eğer bir insana zaman yetmiyorsa onun zamanla yarışmak yerine kendi önceliklerini ve bu önceliklerin dayandığı "değerleri" gözden geçirmesi gerekir. Çoğumuz için geçerlidir bu durum. Pek çoğumuz "acil" işlerden başımızı kaldıramadığımız için "önemli" işlere zaman bulamayız. Başkalarının bir zorunluluk olarak karşımıza çıkardığı acil işlerle uğraşmaktan kendi "önemsediğimiz" işlere zaman ayıramayız. Kaçmaktan kovalamaya fırsat bulamayız. 
Aslında zamanın "yetmemesi" zaman kıtlığından kaynaklanan bir durum olmaktan çok insanın sahip olduğu değerlerin farkında olmamasından kaynaklanır. Hayatta hangi işi yapıp yapmayacağımız, kiminle zaman geçirip geçirmeyeceğimizin kökeninde sahip olduğumuz değerler vardır. Eğer değerlerimizin farkında olur ve tercihlerimizi bu değerlere göre yapabilirsek zaman kıt bir kaynak olmaktan çıkar.


Değerlerimiz ve hedeflerimiz belirsiz olursa işlerin önceliklerini biz değil başkaları belirler. Öncelikleri başkalarının belirlediği bir hayat yaşamak denizde rüzgarın savurduğu bir kayık içinde olmak gibidir. Gittiğimiz yön, süratimiz, nerede duracağımız bizim elimizde değildir.

Hepimizin belirsizlikler içinde bir hayat yaşadığı, kontrolün tamamının bizde olmadığı, kiminin büyük kiminin küçük kayıkla dünyaya geldiği doğrudur; ama her kayığın bir dümeni ve kürekleri vardır. Hepimiz kendi kayığımızın dümenini elimizde tutabiliriz. Hedeflerimizi ve değerlerimizi yansıtan tercihlerde bulunabiliriz. Bu tercihleri dümenimizle, küreklerimizle hayata geçirebiliriz. Evet, bütün koşulları biz belirlemiyoruz, bu denizde olmayı, kendimizi içinde bulduğumuz kayığı biz seçmedik; ama elimizdekilerle de pekala hayatımıza yön verebiliriz.

Aslında planlamamız gereken şey zaman değil kendimizdir.
Zaman yönetimi insanın pusulası olmadan yapabileceği bir iş değildir. Ne kadar hızlı araba kullanırsanız kullanın eğer nereye gideceğinizi bilmiyorsanız sadece daha hızlı kaybolursunuz.

Stephen Covey'in dediği gibi önemli işlere öncelik vermek aslında işleri planlamak ya da işleri daha hızlı yapmakla ilgili değildir. Önemli işlere öncelik vermek, insanın ilkeleri çerçevesinde hangi işi yapıp hangisini yapmayacağına karar vermesiyle ilgilidir. Covey'nin özellikle vurguladığı nokta zamanımızı daha iyi yönetmek için ikinci bir saate değil, iyi bir pusulaya ihtiyacımız olduğudur. Çünkü kendimize belirleyeceğimiz yön hareket hızımızdan çok daha önemlidir.

Zaman yönetimiyle ilgili eğitimlerde sıklıkla verilen bir örnek var: Bir kavanozun içine belirli bir miktar büyük taş yanı sıra küçük çakıl taşları ve kum nasıl sığdırılır? Eğitime katılanlar ilk bakışta kavanozun bütün taşları ve kumları almayacağını düşünürler; çünkü taşların ve kumların miktarı kavanozun hacminden fazla görünüyordur. 

Kavanoza önce kumu koyarsak kavanoz hemen dolar ve ancak birkaç tane çakıl taşı alabilir, büyük taşlara hiç yer kalmaz. Önce çakıl taşlarını yerleştirdiğimizde ise bu sefer bütün kumu kavanoza doldursak bile yine büyük taşlara yer kalmaz. Ama eğer önce büyük taşları sonra aralarına çakıl taşlarını yerleştirirsek geri kalan boşlukları da kumla doldurabiliriz.

Büyük taşlar "önemli işlerimiz", çakıl taşları "daha az önemli" işlerimiz, kum ise "boş zaman etkinliklerimizdir". Eğer "dolu dolu" bir hayat yaşamak istiyorsak önceliklerimizi belirlememiz gerekir.


Bu eğitimlerde eğitmen deneyi bu şekilde anlattıktan sonra fikrini pekiştirmek için bir de taşlar, çakıl taşları ve kumla dolu kavanoza su koyarak aslında hiç yeri olmadığı düşünülen sınırlı bir kaba ne kadar çok "şey" sığdırılabileceğini kanıtlar.

Objektif zaman ölçülen zamandır. Sübjektif zaman ise hissedilen zamandır. Herkesin hayatında zamanın adeta durduğunu hissettiği bazı anlar vardır. Bu anlarda objektif olarak zaman aksa bile bize göre zaman genişlemiş hatta durmuştur. İnsan kendisini zamanın tam ortasında hisseder. 

Kendimizi akışa kaptırdığımız ve yaptığımız işle bir olduğumuz bu sihirli anlarda ruhen, zihnen ve bedenen objektif zamanın dışına çıkarız. Kendimizi zamanın akışına bıraktığımız anlar, değerlerimizle yaptıklarımızın örtüştüğü anlardır.

Budizm'de insanın varlığını hissedebilmesi ve kendisini zamanın akışına bırakabilmesi için eğitim görmesi gerekir. Şimdiki zamanın içine girebilmek, bir farkındalık, yüksek bir bilinçle mümkün olur. Bu eğitimin sonu "aydınlanmadır."
Steven Covey'in pusulası, Budizm'in öğretileri ya da bizim Sufi geleneğimizin ortak noktası insanın içindeki pusulayla yön bulması üzerinedir. Eğer insan kendi değerlerine uygun tercihler yapabilirse hayatına kendi istediği yönü verebilir.

Bence hepimiz bu düşüncelerden ilham almalıyız. Bence hem yaşadığımız an’ın içine girebilr, hem kendimizi hayatın akışına bırakabilir, hem de hayatımızın dümenini elimizde tutabiliriz.

Anlamlı bir hayat yaşamak için -çelişkili gibi görünse de- bütün bunların hepsini birden yapabiliriz. Yeter ki böyle bir bakış açısına sahip olalım.

DOĞUŞTAN GİRİŞİMCİ MİSİN ?


Bazıları hayata girişimci genleri ile başlıyor olabilir ama bazıları girişimci olmayı sonradan öğreniyor. Ya da öğrenmek zorunda kalıyor! Girişimci hayata direksiyon kırılmasına neden olan faktörlerin başında ise kötü yöneticiler geliyor...

GİRİŞİMCİ HAYATI SEÇMENİZ İÇİN 3 NEDEN
Girişimcilerin çoğunun kendi işlerini kurmayı seçmelerinin en temel sebebinin kurumlarda bağlı oldukları yöneticilerinden memnuniyetsizlikleri olduğunu biliyor musunuz? Daha az diplomatik bir söylemle "kötü yöneticiler". 

Amerika'da girişimciliği körükleyen faktör bu olmuş.

Liderliğin olmadığı, yönetim anlayışının verimsiz olduğu ortamları sevmemiz için bana gayet iyi bir neden gibi geldi bu.

Harvard Business Review haberine göre Tomas Chamorro-Premuzic araştırmalarında şunları görmüş:


1- Kurumsal bir şirkette yükselmek için birilerinin sizi onaylaması, önermesi ve sizinle yarış eden bir dolu çalışan arasından sıyrılmanız gerekiyor. Oysa girişimci olmayı seçtiğinizde, lider olmak için birilerinin sizi onaylamasını ve liderlik konumuna oturtmasını beklemek zorunda değilsiniz.

Amerika'da iş yerinden ayrılıp şirket kuran kadınların kurdukları şirketlerin ekonomideki yeri GDP'nin $3 trilyonunu oluştuyor. Yani Çin'in toplam GDP'sinin %40'ı. Konunuza hakimseniz, iş yönetme becerilerinize ve kendinize güveniyorsanız, liderlik koltuğuna oturabilirsiniz.

2- Eğer sosyal liderliğiniz ön plandaysa, yani temel çalışma sebebiniz çok para kazanmak ya da büyük ünvanlar almak değilse, kuracağınız şirket ile yeni istihdam yaratmak, daha yaratıcı ve topluma fayda sağlayacak alanlarda iş yapmak tatmin edicidir.

3- Dünyanın yetenekli göçmenlerinin yarısı son iki yüzyıldır Amerika'ya gidiyor. Fransızlar, San Francisco'da 500 adet start-up kurdular. Silicon Valley'de 500 bin Alman bulunuyor ve burada elde ettikleri gelir Almanya'da kazanabilecekleri ücretlerden çok daha yüksek.

Yaratıcı ve girişimci bireyler, özgür hareket edebildikleri ortamları ararlar. Girişimciler para kazanmak için girişimciliğe heveslenmezler. Genellikle çok daha yüksek bir değer ve tutku ile hareket ederler. Girişimciler, yapmak istediklerini istedikleri şekilde yapabilmeyi tercih ederler.


Girişimci bir hayat, zamanınızı kendinizin yönetmesine, kendi düşüncelerinizi ifade edebilmenize imkan verir. Kötü yönetimlerin olduğu ortamlarda çalışmak, yeteneklerinizi tam olarak kullanmanıza imkan vermeyen anlayışların olduğu ortamlarda bulunmak sağlığınızın da bozulmasına neden olur...

İSİMLERİ UNUTMAYIN...!


Tanıştığınız insanların isimlerini hatırlayamayanlardan mısınız? İnsanların isimlerini hatırlıyor olmak hem iş yaşamında hem de sosyal alanda oldukça önemli bir değer. Çünkü her insan kendi adını duymaktan hoşlanır...

İSİMLERİ HATIRLAMAKTA ZORLUK ÇEKENLERDEN MİSİNİZ?


Yoğun ve stresli iş hayatında unutkanlık giderek artıyor. İsimleri hatırlamanın avantaj olduğu düşünüldüğünde bu konuda zorlananlar için iletişim uzmanı Ahmet Veli Olgundeniz uyarılarda bulunuyor


İnsanların isimlerini hatırlıyor olmak hem iş yaşamında hem de sosyal alanda oldukça önemli bir değer. Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in parti delegelerinin hepsinin isimlerini doğru olarak hatırladığı ve il ziyaretlerinde karşılaştığı insanlara isimleriyle hitap ettiğini biliyor muydunuz? Her insan kendi adını duymaktan hoşlanır. Müşterilerinize veya müşteri adaylarınıza isimleriyle hitap etmek, onlarda önemli olduklarına dair hisler uyandırır. Aranızda sıcak bir iletişimin başlamasının ilk adımıdır. Pek çoğumuz insanların isimlerini hatırlamanın önemli olduğunun farkındadır ancak bu sorunu nasıl aşacağını bilemez. "Hay Allah adınızı şimdi hatırlayacağım", "Dilimin ucunda ama bir türlü aklıma gelmiyor" şeklindeki mazeretle sığınmak yerine, iletişim uzmanı ve Ege Üniversitesi Öğretim Görevlisi Ahmet Veli Olgundeniz’e insanların isimlerini aklımızda nasıl tutabileceğimizi sorduk. Medicalpark ve İnci Holding başta olmak üzere pek çok büyük şirkette eğitimler veren Olgundeniz, yüzlerce insana isimleri nasıl akıllarında kolayca tutabileceklerini öğretiyor. 


Neden insanların isimlerini çabucak unutuveriyoruz? 

Modern yaşam tarzının ürettiği iş yoğunluğu ve stres bu zafiyetin ana tetikleyicisi. Dikkatimiz çoğu zaman dağınık oluyor. Aklınızda başka şeyler varken birisinin ismini aklınızda tutmanız zor. Ayrıca bize okullarımızda nasıl konsantre olacağımız ve bilgiyi beynimize nasıl yerleştirmemiz gerektiği öğretilmiyor maalesef. 


Peki siz tanıştığınız herkesin ismini hatırlayabiliyor musunuz gerçekten? 

Tanıştığımız herkesin değil, bizim için önemli olan kişileri hatırlamamız gerekir. Yani bir satış temsilcisinin müşteri listesini mutlaka aklında tutması gerekir. Bir CEO veya genel müdür iseniz çalışanlarınızı isim isim bilmek önemli bir motivasyon unsurudur. Ancak pazardan meyve aldığınız satıcının ismini bilmeniz gerekli olmayabilir. Sorunuza dönelim, "evet" ben tanıştığım, elini sıktığım insanların hemen hemen hepsini hatırlarım. Mesela şu an benim 200 öğrencim var ve hepsine teker isimleriyle hitap ederim. 

Peki bu işi nasıl öğreneceğiz? Eğitim almak şart mıdır yoksa kendi kendimize okuyarak bu beceriyi geliştirebilir miyiz? 


İki buçuk - üç saatlik bir eğitimle bu işin tekniğini öğrenebilirsiniz kolaylıkla. Kendi kendinize öğrenmeye gelince... Yanıtım "evet" kendi kendinize de öğrenebilirsiniz. Ancak tabi işin zorlukları var. Kısa bir anekdot: Necip Fazıl Kısa Kürek, Üsküdar vapur iskelesindedir ve Karaköy’e geçmek üzere gemiye biner. Bu sırada yanına bir yolcu yaklaşır ve der ki "Üstad, peygamber olmasa da biz akıl yoluyla Allah’a ulaşırdık" der. Üstad, yolcuya dönüp dalgalı denizi işaret ederek, "O halde niye vapura biniyorsun, yüzerek geçsene karşıya" der. Herkes isimleri akılda tutabilir mi? 


Patolojik bir durum yoksa kişi normal ve sağlıklıysa herkes aklında tutabilir. Ben her eğitime girdiğimde salondaki 50 kişinin adını kısa sürede (kişi başı ortalama beş saniye) aklıma yerleştirir ve hatasız bir şekilde hızla sayabilirim. İki yıl önce verdiğim bir eğitime katılan kişileri hâlâ hatırlayabiliyorum. Düşünün ben hafıza şampiyonu değilim, sıradan sizin gibi bir insanım. İşin sırrı tekniktedir. 


Bir ismi ne kadar süreyle aklınızda tutabilirsiniz? 

Bir ismi öğrendikten sonra hiç tekrar etmezseniz ortalama 15 gün kadar aklınızda kalır. Bu süre bazı kişilerde çok daha uzun olabilir. Ancak tekrarlamak bu işin olmazsa olmazlarındandır ve tekrar yaptıkça isimler kalıcı hale gelir. 

Peki bu işin bir sınırı var mı? Yani beynimize fazla yükleme olması gibi bir durum?

Bir insan hayatında kaç kişinin ismini bilmesi gerekir ki? 300-400... Hafıza çalışması yapanlar bir kerede 5 bin kelimeyi ezberler. Beynimizin muhteşemliği karşısında isim bilgilerini akılda tutmak onun için çocuk oyuncağıdır. 

Peki bu konuda eğitim almak isteyenler ne yapmalı? 

İstanbul’da 23 Eylül’de bir eğitimimiz olacak. Bir de İzmir’de Yeni Asır Gazetesi’nin desteğiyle bir eğitim düzenleyeceğiz. Eğitimler hakkında bilgi almak isteyenler info@kariyerdoktorum.com’a mail atabilir veya www.kariyerdoktorum.com adresine başvurabilir veya bana sosyal medyadan ulaşabilir. facebook.com/ahmetveliolgundeniz.

UNUTMAYI ENGELLEMEK İÇİN:

1. İlgili olun Bir çoğumuz insanların isimlerine dikkat etmez hatta tanıştırıldığımız an bile genellikle kendimize odaklanırız. İlk adım, tanıştırıldığımız insanı dikkatle incelemektir. 


2. İsimleri doğrulatın Bir insanın birden fazla ismi olabilir. Hangi ismi kullandıklarını sorun. Böylelikle ismi bir kaç kez tekrar etme şansınız olur. Ayrıca seminerler ve konferanslarda insanlar hep resmi bir takım ünvanlar ve uzun isimleriyle anılırlar, yaka kartları da yanlış yazılmış olabilir. İsimleri doğrulatın, hem aklınızda kalma şansı artar hem de insanlara mutlu olacakları bir şekilde hitap edeceğinizden emin olmuş olursunuz.


3. İsimlerinin, alınlarında yazılı olduğunu hayal edin. Amerika’nın eski başkanlarından Franklin Roosevelt, Beyaz Saray’da çalışan herkesin ismini bilmesiyle etrafında hayranlık uyandırıyordu. Peki ama nasıl? Otobiyografi yazarlarına göre Roosevelt, tanıştığı her insanın isminin alnında yazılı olduğunu hayal edermiş. Uzmanlar bu tekniğin işe yaradığını söylüyor, ancak ismin sevdiğiniz renkte yazılmış olması gerektiğine dikkat çekiyorlar. 


4. İsmi bağdaştırın Karşınızdakinin ismini tanıdığınız veya ünlü birisiyle benzeştirmeye çalışın. Bir zamanlar Serhan adında birisiyle tanışmıştım. Beyefendinin burnu biraz büyükçeydi. Tokalaşırken kafamda Serhan Bey’i Jül Sezar’a benzettim. Sezar’ın resimlerini görmüşseniz onun da burnu biraz büyükçedir. Ayrıca Serhan Bey’in başında da Sezar’ınki gibi zeytin yapraklarından yapılmış bir taç olduğunu hayal ettim. Şimdi aradan yıllar geçmesine rağmen o adamı her gördüğümde aklıma başındaki tacıyla Sezar geliyor ve hemen ardından da Serhan kelimesine ulaşıyorum. 


5. Sık sık kullanın İsmi akılda tutmanın bir yolu da konuşma esnasında ismi sık sık tekrarlamaktır.

DOĞRU İŞ NASIL SEÇİLİR ?


Kariyer kararı sadece iş seçmekten daha fazlasıdır. Kariyer seçimi yapılırken hayat tarzı da seçilmiş olur. Ki bazı meslekler ancak yaşam biçimi olarak benimsendiğinde başarı getirir. Pazarlama da o mesleklerden biridir... 

KİMLER PAZARLAMA KARİYERİ YAPABİLİR?


Her gün pazarlama alanında kariyer yapmaya çok istekli birçok gençle karşılaşıyorum. Hemen hepsi bana, pazarlama alanında yükselmek için ne yapmaları gerektiğini soruyor. Markaların insan hayatı içindeki rolü ve etkinliği artıkça bu alanın cazibesi de artıyor.


Fakat görüyorum ki çoğu insan pazarlama derken kendi anladığı pazarlamadan bahsediyor. Herkesin kafasında farklı bir pazarlama kavramı var. Kimisi pazarlama derken pazarlama iletişimini kastediyor, kimisi pazarlama karmasını (4P) yönetmeyi anlıyor, kimisi ise "stratejik pazarlamadan" bahsediyor. Pek çoğunun kafası hayli karışık.


Pazarlama birbirini tamamlayan iki alandan oluşur: Operasyonel Pazarlama ve Stratejik Pazarlama.


Uygulamadan sorumlu olan Operasyonel Pazarlama, ürünün geliştirilip üretilmesinden sonra devreye giren bir fonksiyondur. En önemli görevi, pazarlama karmasının günlük kararlarını hayata geçirmektir. Satışa destek olacak iletişim faaliyetlerini "bütünleşik" bir anlayışla sahaya indirmekten sorumludur. Operasyonel Pazarlama televizyonda yapılan bir reklam kampanyasını diğer iletişim mecralarına, satış noktalarına, şirketin ilişkide olduğu bütün kesimlere taşıma görevini üstlenir. 

Operasyonel Pazarlama hangi ürünün üretileceğine, hangi fiyat aralığında satılacağına, hangi satış ağında dağıtılacağına karışmaz. Onun görevi, pazarlama karmasını kendisine verilen sınırlar içinde yönetmektir. Fiyat kararı veya ambalaj değişikliği kararı verse de genel hatları çizilmiş bir çerçevede iş yapar. Bir şirketten diğerine farklılıklar gösterse de Operasyonel Pazarlama esas olarak Stratejik Pazarlamanın çizdiği çerçevede iş görür.


Stratejik Pazarlama ise merkezinde ürünlerin değil fikirlerin, tüketicilerin değil insanların, reklamların değil iletişimin ve ilişkilerin, markaların değil anlam platformlarının olduğu bir dünyadır.


Stratejik Pazarlama, şirketin en tepesindeki CEO'nun sorumluluğunda olan bir fonksiyondur. Stratejik Pazarlama iş modelinin kurgulanmasından başlayan bir işlev üstlenir; şirketin tüketicileriyle, müşterileriyle, çalışanlarıyla ve diğer paydaşlarıyla olan etkileşiminin tasarımını yapar. Bu anlamda Stratejik Pazarlama şirketin pazarlama fonksiyonundan daha büyük bir dünyayı yönetir.

Stratejik Pazarlamanın görevi, insanların tatmin edilmemiş ihtiyaçlarını keşfedip bunlara çözüm üretmektir. 

Stratejik Pazarlama var olan pazara hitap etmekle yetinmez, inovasyonlarla yeni pazarlar da yaratmayı üstlenir.

Bu ihtiyaçların psikolojik, sosyolojik, antropolojik, kültürel, ekonomik boyutlarına uygun olarak şirketin hangi değeri üreteceğini ve bunu nasıl cazip bir teklife dönüştüreceğini planlar. Peter Drucker "Pazarlamanın amacı, satış departmanına iş bırakmamak, onları gereksiz kılmaktır." der. Apple'ın bilgisayar, MP3 ve cep telefonu pazarlarında yaptıkları buna bir örnektir. Apple ürünleri, satıcının ürünü "itmesiyle" değil, tüketicilerin ürünü "çekmesiyle" satılır. Apple’da indirim kampanyaları, saldırgan reklamlar yoktur. Bunlar Apple’ın Stratejik Pazarlamayı ne kadar iyi yaptığının göstergeleridir. 

Stratejik Pazarlama, ürünün ve hizmetin üzerine inşa olacağı fikrin bulunması (concepting) işidir. Bu fikir bir icat olmayabilir; aslında pazarlama nadiren icatlar üzerine kuruludur. Apple'ın kendisine ait bir icadı yoktur ama Apple tam anlamıyla bir inovasyon şirketidir.

Nasıl sanatçılar (conceptual artists), yeni fikirler ve kavramlar yaratıp sonra bu kavramı ortaya en iyi koyacak yöntem, malzeme, tarz arayışına girerlerse stratejik pazarlamacılar da markaları yönetirken işe kavramsal olarak yaklaşırlar. Üründen önce insanları etrafına toplayacakları anlamlı kavramları ararlar. (Konsept markalar)


Stratejik Pazarlama, insanların ihtiyaçlarına çözüm bulan kavramları ete kemiğe büründürmek yani ürünleri, hizmetleri ve yeni iş modellerini tasarlamak ve hayata geçirmek demektir. Stratejik Pazarlama fonksiyonu tasarım odaklı bir fonksiyondur. (design thinking) 

Stratejik Pazarlama bugünden daha çok geleceğe odaklıdır. Hayatın nabzını tutarak geleceğin "kavramları" üzerine yoğunlaşır. Yarının dünyasında geçerli olacak iş modellerini, ürünlerini, iletişim kavramlarını bulmak için çalışır.

Biz bugün pazarlama disiplininden bahsederken aslında çoğu zaman hangi pazarlamayı kast ettiğimizi açık olarak ifade edemiyoruz. Bugün şirketlerin neredeyse tamamı pazarlama bölümlerine Operasyonel Pazarlama yapacak insan ararken üniversitelerden mezun olan gençler okulda öğrendikleri Stratejik Pazarlama yapacakları işler arıyorlar.

Türkiye'de en ileri pazarlama uygulamalarının yapıldığı uluslararası şirketlerde yapılan pazarlama, büyük çoğunlukla Operasyonel Pazarlamadır. Bunun böyle olması da çok doğaldır; çünkü bu şirketlerin Stratejik Pazarlaması onların genel merkezlerinde yapılır. Ülke şirketlerine düşen ise merkezde belirlenen kavramları, fikirleri, iş modellerini ve ürünleri ülkenin yerel koşullarına uyarlayarak hayata geçirmektir.

Stratejik ve Operasyonel Pazarlamanın ayrı fonksiyonlar olarak örgütlenmesi gerekir; ama küçük şirketlerde ya da pazarlama odaklı olmayan şirketlerde böyle bir ayrım olmayabilir.

İster stratejik ister operasyonel olsun, her "pazarlamacının" -maalesef bu terim kapıdan kapıya mal satanları çağrıştırıyor- sahip olması gereken bazı özellikler vardır. Pazarlama kariyeri yapacakların hem sağ hem de sol beyinlerini kullanma yeteneğine sahip olmaları gerekir. Pazarlama alanında çalışmak, bir yandan analitik ve mantıklı öte yandan yaratıcı ve hayalperest olmayı; ama en önemlisi bu ikisi arasındaki dengeyi iyi tutturmayı gerektirir. 

Pazarlama, "stratejik" ve "operasyonel" olarak ikiye ayrılsa da birbirleriyle etkileşim içindedir; olmak zorundadır. 


Hayata uzak birisinin strateji yaratmasının mümkün olamaması gibi teoriyi bilmeyenlerin de günlük operasyonları hakkıyla yönetmesi mümkün değildir. Pazarlamacı, hangi pazarlama bölümünde çalışırsa çalışsın, diğer tarafta yapılan işlere de vakıf olmak zorundadır.


Pazarlamada başarılı olmak için entelektüel olmak kadar pragmatik olmak gerekir. İyi pazarlama yapmak için, entelektüel ve derinlikli olmak; ama aynı zamanda hayatın farklı kaynaklarından gelen içgörüleri sentezleyip bunları yaratıcı bir çözüme ulaştırabilmek gerekir. 


Uygulamadan anlamayan bir stratejist ya da stratejik ve derin düşünceden hiç nasibini almamış bir uygulamacının pazarlama ve marka yönetimi alanında başarılı olması mümkün değildir.


Pazarlama kariyeri yapmak isteyenlerin işin süslü ve havalı taraflarında değil, en zorlu hatta kirli paslı yerlerinde de emek harcamaları gerekir. Pazarlama suya sabuna dokunmadan elini taşın altına koymadan uzaktan yapılabilecek bir iş değildir.

Theodore Levitt, "Bir şeyi anlamanın en iyi yolu sadece ona odaklanmakla değil objektifi geniş bir açıya ayarlayarak onu çevresel faktörleriyle birlikte fotoğrafın içine almakla mümkün olur." der.


Pazarlama alanında çalışacakların sadece ürüne/markaya odaklanmaları değil, ürünün ve markanın içinde var olduğu hayatı kavrayarak -Levitt'in dediği gibi- "objektifini geniş bir açıya ayarlayarak" bakmaları gerekir. Daha önemlisi başkalarının baktıklarında göremediklerini görebilmeleri gerekir.

Pazarlama yapmak farklı kökenlerden gelen insanlarla bir arada çalışmasını bilmeyi gerektirir; çünkü yaratıcılık ancak çok kültürlü bir yapıda farklı bakış açılarının bir araya gelmesiyle mümkün olabilir. (Ebru sever misiniz?)
Pazarlama alanında kariyer yapmayı hedefleyenlerin odağı insan olmalıdır. Bu alanda kariyer yapmak isteyenlerin insanların neyi neden yaptıklarına, motivasyonlarına, alışkanlıklarına, beyinlerinin nasıl işlediğine meraklı bir gözle bakıp onları anlayabilme yeteneğine sahip olmaları gerekir. İnsana meraklı olan, insanı anlayabilen, insanın toplumdaki davranışlarını çözümleyebilenler iyi pazarlamacı olurlar.

Ben bu sebeple insana meraklı olmayan, insanı anlamakla ilgilenmeyenlerin pazarlamaya hiç heves etmemeleri gerektiğini düşünüyorum; çünkü pazarlama, antropoloji, psikoloji, ekonomi, sosyoloji bilimlerinin kesişme noktasında yer alan, amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak olan bir disiplindir.

İnsanların hayatlarını kolaylaştıracak teklifler sunmak pazarlamanın ta kendisidir.

Hayata geniş bir açıdan bakabilen, insanı ilgilendiren her konuya meraklı olan herkes pazarlama alanında çalışabilir; ama bu alanda fark yaratacak olanlar, insanı anlamayı ve onun toplum içindeki davranışlarını çözmeyi sadece bir iş değil bir hayat tarzı olarak görenler arasından çıkacaktır.