Bu Blogda Ara

3 Kasım 2012 Cumartesi

GÖZÜNÜN ÜSTÜNDE KAŞIN VAR..!


Leaving by AliceFoxxx Gözünün üstünde kaşı var
Neredeyse onbeş yıl önce San Francisco’da Bank of America’da İnsan Kaynakları’na işbaşı eğitim için gönderilmiştim. Bana uzun uzun uyarılar yapıp, mümkünse konuşmamamı tembihledikten sonra bir mülakata davet ettiler… Bir görüşme odası… İnsan kaynakları yetkilisi dışında odada 3 aday var. Bir de ben. Gözlem yoluyla öğrenmenin dışında bir de sonradan anladığım bir görevim var: Görüşmeye tanıklık etmek. 3 kişiyle aynı anda mülakat yapılıyor. Adaylardan biri lise mezunu sarışın bir genç adam. İkincisi üniversite öğrencisi çekik gözlü bir kız, herhalde Çinli. Sonuncusu ise saçı beyazlamaya başlamış, neşeli bir siyah. Tabi onlara da Asian-American ve Afro-American demem lazımdı.
Her soruyu işle ilişkilendirmeleri; kimseye farklı soru yöneltmemeleri; yaş, cinsiyet, ırk vb. kişisel özelliklerini sormamaları gerekiyor. İK görevlisi, duygusuz bir sesle, kimseye olması gerektiğinden fazla bakmayarak “Hoşgeldiniz, ben Macy. Bankanın İşe Alım Koordinatörüyüm. Bilgi Giriş Elemanı görevine başvurdunuz. Hepinize aynı soruları soracağım. Toplam 5 soru olacak. Her bir soruya birbirinizin ardından yanıt vermenizi istiyorum. Ben de notlar alacağım”dedi ve aynen şunu sordu:
– Bu iş, İngilizce konuşmayı gerektirdiği için soruyorum: İngilizce biliyor musunuz? 
1. Aday (genç adam):
- Tabii ki.
2. Aday (Çinli kız):
- (çok basit bir İngilizceyle) Öğreniyorum. Okulda. İyi olacak.
3. Aday (orta yaşlı adam):
- (Gülüyor)
İşle doğrudan ilgili, üç soruyu da aynı mekanik ve duygusuz tonda sorup, aldığı cevapları sadece not ettikten sonra, görüşmeyi şaka gibi bir soruyla bitirdi:
-Son sorum: İş teklifi alırsanız, bana 18 yaşından büyük olduğunuzu kanıtlayabilir misiniz?
Özellikle Amerika’da ayrımcılık yüzünden o kadar çok tazminat ödüyorlar ki, korkudan konuşamıyorlar bile.
GÖRÜŞMECİLERİN PARADİGMALARI
Adaylar da haksız değil. Görüşmecilerden kaynaklanan bazı kişisel hatalar yüzünden doğru adayı kaybedebiliyor veya yanlış adayı işe alabiliyoruz. Görüşmecilerin de -doğal olarak – bazıları kişisel, bazıları da sektörel deneyimlerinden kaynaklanan çeşitli paradigmaları oluyor. Bazı okullara sempati duyanlar olabilir, belirli kurumlarda çalışmış olmayı belli bir ideolojinin simgesi olarak görenler, adayın parmağındaki yüzükten rahatsız olanlar da.
En büyük hatalardan biri, değerlendirmelerinde kendi doğrularını hiç sorgulamadan kullanmaları. Kararlarını görüşmeyi bitirmeden veya baskı altında, örneğin günün sonunda görüşecek fazla aday kalmadığında ve henüz doğru bir adayla karşılaşmadıklarında, puanlarını farklılaştırabiliyor, puanı adayı dinlemeden verebiliyorlar. Mülakat teknikleri eğitimlerinde üstüne gidilen türlü türlü görüşme hatası var.
Bunlardan “ayrımcılık” konusu ise şu anda en gündemde olan.
İŞE ALIMDA AYRIMCILIK
Yetmişli yıllarda Jowell ve Prescott-Clark, birçok ilana cinsiyeti belli eden ve etmeyen başvurular göndererek mülakata çağrılmayı beklemişler. Aynı şekilde ırk ve medeni hali de test ettikleri çalışmalar yapmışlar. Bu tür bilgilerin açıkça belli olmasının yine kadın ve erkek egemen işlerde özellikle, ayırdedici olduğunu göstermişler.
Başka araştırmacılar, CV’leri elden vermiş, bazıları telefonla başvurmuş… Yaklaşık 45 yıldır onlarca ülkede bu konuda derin araştırmaların sonuçları yayınlanıyor. Erkek ve kadın egemen işlerde karşı cinsiyete sempatiyle yaklaşılmadığını kesin olarak biliyoruz. Örneğin sekreterliğe başvuran erkeklerin, sistem ağ yöneticiliği yapmak isteyen kadınların, henüz CV gönderme aşamasında şanslarını kaybettikleri gözleniyor.
Peki CV’de cinsiyeti gizlemek şansı arttırıyor mu? Yukarıdaki örneklerde arttırmış. Ancak süreç yine mülakatta kilitleniyor!
TOPUK SESLERİ
Yeteneğin konuştuğu işlerde bile ayrımcılık yapılabiliyor. Cecilia Rouse ve Claudia Goldin’in 2000’de yayınladıkları müzisyenler üzerine olan çalışmaları büyük yankı uyandırdı. Orkestraların müzisyen seçmelerinde, adayların seçim kurulunun kendilerini göremeyeceği şekilde bir paravanın arkasına oturtulması kadınların seçilme şansını arttırmış.
İncelenen 600 kadar seçme sınavında açık seçme sürecine giren kadınların yüzde 19’u seçilirken, paravanın arkasından yeteneğini gösteren kadınlar yüzde 29 oranında seçilme şansına kavuşmuş. Şansları yüzde 50 artmış…
Üstelik paravanın arkasına, yere halı döşenmesi bile durumu kadınlar lehinde daha da değiştirmiş. Çünkü, topuk sesleri de kesilince, adayın cinsiyeti tamamen belirsizleşmiş..!
Yazan : İdil Türkmenoğlu

İYİKİ Mİ YOKSA KEŞKE Mİ ?


Çocukluk hayallerinize bakıp “iyi ki” diyenlerden misiniz, yoksa “keşke” deyip iç çekenlerden misiniz? İşte çocukluk hayallerine kavuşanların, başladıkları nokta ile geldikleri nokta arasında büyük fark olanların bugün hissettikleri… 

Çocukken hepimizin kurduğu hayaller vardır ya da kariyer basamaklarında ulaşmak istediğimiz noktalar. Bunların kimi gerçekleşir, kimi suya düşer. Ama hafızalardan asla silinmez, bazen ’keşke’lere dönüşür bazen de ’iyi ki’ lere… Bugün gençliğiniz kapınızı çalsa size ’keşke’ mi der, yoksa ’iyi ki’ mi? 

Emre, öğrencilik yıllarında çok çalışmış, hayallerindeki lüks arabanın sahibi olmuş. Zeynep, büyük bir şirkette stajyerlikten yönetim katına yükselmiş, bravo ona. Esra, hayalindeki bembeyaz gelinlikler içinde prensesler kadar güzel. Gül ise sevimli bir pastanenin sahibi, müşterilerine sunacak eşsiz lezzetler peşinde… Bu hikâyeler bir reklam filminden. Gençliğin en heyecanlı döneminde belki de çocuk yaşlarda herkesin hayalini kurduğu ve kendini görmek istediği bir yer vardır kariyerinde. Ulaşılır, ulaşılmaz ama hayatın ne getireceği de belli olmaz. Zira hayat ya başarı örnekleriyle doludur ya da ’keşke’lerle. Gençliğinde simit, limon, çekirdek satıp önemli mevkilere gelenler de vardır, tüm uğraşları boşa çıkanlar da.
Biz de merak ettik, bazı isimleri gençlik dönemlerine götürdük, maziye bakınca ne gördüklerini sorduk. Mimarlık mezunu Salih Memecan’ın karikatüristliği seçmesinden dolayı hiç pişmanlık duymadığını, Emel Sayın’ın beş yaşındaki hayaline kavuştuğunu, fotoğrafçı Ara Güler’in gençliğinin kendisine bir ’aferin’ çekeceğini öğrendik. Ya ilkokul mezunu, Saat&Saat Yönetim Kurulu Başkanı Ramazan Kaya? Büyük işler başarmasına rağmen daha iyilerinin de yapılabileceğini düşünüyor. Fırıncı Mehmet Beşir Öztürkcan ise, ’Keşke okuyabilseydim!’ diyor. Ah ediyor o yıllara, ne olurdu okuyup matematik öğretmeni olsaydı… Sahi, sizlere soralım bir de, “Gençliğiniz bugün yanınıza gelse ne derdi acaba?”

İyi ki cesaretli davranıp karikatürist olmuşsun

Salih Memecan (Karikatürist, 59): Gençliğimde Semih Balcıoğlu, ünlü bir karikatüristti. Ankara’da bir sergi açtı, oraya gittim. O yıllarda mimarlık öğrencisiyim, hem de yerel bir gazeteye karikatür çiziyorum. Karikatür çizdiğimi, ancak bu meslekten para kazanamayacağımı düşündüğüm için mimarlık okuduğumu söyledim. Bana bu mesleği seçmemde büyük payı olan şu cümleyi söyledi: “Ben kazanıyorum, sen niye kazanamayasın ki?” Eğitimimi bitirdim, hatta garanti olsun diye doktoramı da yaptım. Sonra çizmeye devam ettim. Şu an doğru yolda ilerlediğimi düşünüyorum. Bu yüzden gençliğim bana, “İyi ki cesaretli davranıp karikatürist olmuşsun.” derdi.

Ağır bedeller ödedin ama istediğini elde ettin

Emel Sayın (Sanatçı, 66): Beş yaşındayken şarkı söyleyeyim, herkes beni dinlesin isterdim. Çocukça hayallerimde ünlü olmak vardı. Gençliğimin bana söyleyeceği şeyler, “Çok zor günlerin oldu, ağır bedeller ödedin ama sonuna kadar mücadele ettin, ilkelerinden ödün vermedin.” gibi cümleler olurdu. O yüzden vicdanım rahat, yüreğim huzurlu. Çok yorgunum ama mutluyum. Bugünkü en büyük ödülüm, saygı ve sevgi görmek. Benim için en büyük mutluluk bu.

Aferin sana Ara, teşekkür ederim beni buraya ulaştırdın

Ara Güler (Fotoğrafçı, 83): İnsanlığın faydası için çok emek verdim. İşe yarar mı yaramaz mı bunu bilemem. Daima çevreme baktım, değer verdiklerimi tespit ettim, arşivledim ve kitaplar haline getirdim. Bütün bunların birikmişliğiyle zannediyorum bir hizmet yapmış bulunuyorum. Eski İstanbul’u öğrenmek için kitaplarıma bakılmazsa İstanbul eksik öğrenilmiş olur. Bu, fazla bir başarı değil, ancak hiç değilse bir eksiği kapatmıştır. Bunlar için çok memnunum. Gençliğim bugün yanıma gelse bana, “Aferin Ara, sana çok teşekkür ederim, beni buralara ulaştırdın.” derdi.

Gençliğimle hesaplaşmam, o benimle hesaplaşsın

Behzat Uygur (Tiyatrocu, 48): Bizim oyuncaklarımız tiyatrodaki aksesuarlardı, turnedeki yatak yaylarıydı, açık hava tiyatrolarıydı… Doğduğumda da böyleydi, 10’lu yaşlardayken de, 20’li yaşlardayken de… Bu yüzden hiçbir şekilde hesaplaşacak bir durum yok. İyi ki böyle oldu. Bu yaşam biçimi bana ülkemi, insanımı tanıma şansı verdi. Bu bakımdan gençliğimle hesaplaşmam gereken bir durum yok, o benimle hesaplaşsın.

Daha iyilerini de yapabilirdin

Ramazan Kaya (Saat&Saat Yönetim Kurulu Başkanı, 42): Bu yaşa geldim, hayat bana her şeyin makam ve mevki olmadığını gösterdi. Bir başarı elde ediliyorsa eğer, bu başarı ancak insanlığa hizmet etmekle değerli kılınıyor. Arzu ettiğim yerdeyim. Gençliğim beni tebrik ederdi ama daha iyilerini yapmam gerektiğini de fısıldardı kulağıma.

Eşini ve işini seçmede doğru karar verdin

Adnan Tanrıverdi (Emekli Tuğgeneral, 67): İnsanın hayatta en önemli iki dönüm noktası vardır: Eşini ve işini seçmesi. Bu iki konuda da gençliğim beni tebrik ederdi. İlk askeri kampa girdiğim o gençlik yıllarımda kendi kendime mesleğimi bulduğumu söyledim. Daha sonraları kurmay ve general olma isteğim vardı bu gerçekleşti. Arzu ettiklerime erken yaşta ulaştığımı söyleyebilirim. Gençliğim bana gelmişken bir de, dünya hayatına paralel olarak ahiret hesabına da dikkat etmem konusunda uyarıda bulunurdu herhalde.

İyi ki mantı dükkanı açtınız

Kıymet-Ertuğrul Atahan (Esnaf, 53-57): 36 yıllık evliyiz, iki çocuğumuz var. Varlığı da gördük, yokluğu da. Bir mantı dükkânı açtık bundan iki yıl önce. İşlerimiz iyi şükür. Böyle olması için epey uğraştık tabii, yorduk kendimizi. Çok büyük hayallerimiz olmadı, istediklerimize de ulaştık. Gençliğimize dönsek ya da bugün gençliğimizle yüzleşsek çok yıprandığımız için sitem ederdik kendimize.

Keşke matematik öğretmeni olsaydın

Mehmet Beşir Öztürkcan (Fırıncı, 40): 20 yıldır bu işi yapıyorum. Çocuk yaşlarda çalışmaya başladım, okumaya ne fırsatım oldu ne de buna imkân vardı. 40 yaşındayım, matematik öğretmeni olmak hâlâ hayallerimi süsler. Mesleğimin hem iyi hem de kötü yanları var. İyi, çünkü ekmeksiz bir hayat olmaz. Kötü, çünkü ne tatilimiz var ne bayramımız. Siz hiç bayramda kapalı olan fırın gördünüz mü?

Kendini neden bu kadar yıprattın?

Hikmet Altunel (Köy muhtarı, 64): 10 sene muhtarlık yaptım. Bedensel ve zihinsel olarak çok yoruldum. Bir kadının yapması gerekenlerin dışındaki ağır işlerde çalıştım. En güzel yaşlarım bir gün gelse karşıma, “Neden bu kadar yordun ki kendini, değer mi dünya için?” diye sorardı. İnsanlığa hizmette bulunmak güzel bir duygu, ancak yorgunum.

HAYAL KUR...



Danışmanlık yaptığım bir öğrenciydi. Büyük sınava birkaç gün varken kendi tabiriyle neredeyse heyecandan ölecekti. Ona, hayal kurmanın öneminden bahsettim. İnsan beyninin gerçek bir olayla hayal dünyasında yoğun olarak yaşadığı bir olayı ayırt edemeyecek kadar saf ve güçlü olduğunu söyledim. Tuhafına gitti, gülümsedi. “Ne yani, ben şimdi olmayan bir şeyi olmuş gibi düşünüp bunun olmadığını ayırt edemeyecek miyim?” diye sordu. “Aynen öyle!” diyerek ona ispat edebileceğimi söyledim. Ayrıca ispat edersem, yani onu bu konuda ikna edersem benim söylediklerimi yapması konusunda söz istedim. Gözlerini kapamasını ve bir limonu düşünmesini, limonun tam ortadan ikiye kesildiğini, bir yarısını eline alıp ağzına götürüp suyunu sıkarak olanca ekşiliğiyle yutmasını tasvir ederek hayalini kurmasını istedim. Eminim ağzınız sulanmıştır. Doğal olarak onun da tükürük bezleri harekete geçti ve yutkunmaya başladı. Yüzünü buruşturup vermek istediğim mesajı aldı. Bu basit uygulamayla onu asıl yapacağım çalışma konusunda ikna etmeyi başardım. Sonraki görüşmelerde ona yoğun bir şekilde hayal kurma seansları düzenledim. Senaryomuz hazırdı. Sınava tam anlamıyla hazırlanmış, sınav günü gelmiş, kendisinden son derece emin ve rahat. Sınav salonunun olduğu binaya giriyor, sınıfına geçip sırasına oturuyor.
Bütün ayrıntılarıyla hayal ettirip adım adım hayal dünyasında yaşattırdım. Soruları her çözüşünde kendini daha rahat ve güçlü hissettirdim. 3 günün sonundaki değişime inanamıyordu.
Hayal kurmayan insan yoktur. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethederken günlerce uyumamış ve kendi dünyasında İstanbul’u defalarca kuşatıp fethetmiştir. Rumeli Hisarı’nı önce kafasında tasvir edip yapmıştır. Üniversitede hayal kurmak yüzünden matematik dersinden sınıfta kalan Albert Einstein, görelilik kuramını masa başında değil, çimlere uzandığında gözlerinin içine sızan güneş ışınlarına bindiğini ve nereye gidebileceğini hayal ederken bulmuştur.
Hayallerin İzinde

Çobanlıktan Holdinge
Sizinle yıllar öncesine ait birkaç satır yazıyı paylaşayım: “Üniversiteyi kazandım ve tabi mezun oldum. İyi bir mesleğim var. İnsanlara yararlı bilgiler veriyor, onların değişimini gözlemliyorum. Hayalini kurduğum yaşama ulaşmak inanılmaz bir duygu… Şimdilik hayalini kurduğum bunların hepsi bir gün gerçek olacak.” Şimdi okurken çok tuhafıma gidiyor. Çünkü bu satırları üniversite sınavına hazırlandığım bir dönemde ders çalışmaktan bunaldığım bir gece günlüğüme karalamıştım. Yani bundan tam 9 yıl önce. Yaşamak istediğim hayatın siparişini verir gibi gözüküyor, değil mi? Şimdi ilk okunuşta biraz egoizm, biraz da kibir kokan bu satırları yıllar önce yazdığım günlüğümün sayfalarını karıştırırken okudum. O zamanlar tek hedefim vardı: Bize dayatılan yarış atı kimliğinin ilk ve tek gereği olan üniversiteyi kazanmak. Demek üniversiteyi kazandıktan sonra hangi işi yapacağıma da karar vermiş ve tasarlamışım. Benim hikâyeme benzer başka hikayeleri de yaptığım iş gereği araştırırken dinledim ve okudum. En ilginci ise neredeyse tüm bu insanların ortak noktası; gelecekteki yaşamlarının, başarılarının ve yaptıkları güzel işlerin hayalini kurmuş, en ince ayrıntılarına kadar düşünüp yaşamaları… 

Yıllar önce gazetede bir haber okumuştum. Dağda çobanlık yapan Ahmet Kaplan, Futuristler Derneği başkanı olan holding patronunun gazetedeki bir yazısını okur ve ona bir mektup gönderir. “Ben de yaratıcı biriyim ve sizinle tanışmak, projelerimi paylaşmak istiyorum” diye bahseder kendisinden. Birkaç gün sonra bu holding patronu bu kardeşimizle iletişime geçer, sonra onu İstanbul’a getirtir. Birkaç gün önce çobanlık yapan arkadaşımız, koskoca holdingte işe başlar. Ahmet Kaplan’ı diğer insanlardan ayıran en önemli özelliğini, ona şu soruyu sorduğumda öğrendim: “Ahmet, bir gün bilir miydin Konya’da çobanlık yaparken İstanbul’da büyük bir holdingte çalışıyor olacağını?” Ahmet gözlerini yumdu ve sanırım o günlerini düşündü: “Bilemezdim ama hep hayal ederdim. Bir gün bu keçileri otlatmayacağım der ve istediğim yaşamın hayalini kurardım.”

DÜŞLER.....


Yatağından isteksizce kalkıyorsun. Hava yenice aydınlanıyor, üstünde geceden kalma bir yorgunluk var. Her dakikasını bellediğin bir güne tekrar başlamak üzeresin… Her zamanki giysilerinden birini giyiyorsun üstüne. Kahvaltı bile yapamadan evden çıkıyorsun. Hava güzel ama sen kapalısın. Yola çıktığında ayaklarının yere yapıştığını hissediyorsun; gitmek istemediğini söylüyorlar sana. Ancak gitmelisin; çünkü birileri bu işi sen olmasan da yapabilir. Yaşamdaki yerin her an dolabilir… Peki, içindeki boşluğu ne doldurabilir? Hayalini kurduğun yaşam bu değildi belki de. Her şey farklı olabilirdi… Kimin umurunda?
Neyse ki kendini kandıracak araçların imdadına yetişiyor. Geçen gün ödemekte zorlandığın faturalarını aklına getiriyorsun mesela. Bu yaşadığın sorunlara bir anlam kazandırıyor. Sadece kendin için yaşamanın dayanılmaz hafifliği var üstünde.
Bok böcekleri nasıl doğar bilir misin? Anneleri, onları bir gübre yığınının içine yumurtlar. Yavrular etrafındaki gübreyi yedikçe büyürler. Sonra, o doğanların kendisi de aynı şeyi yaparlar. Dünyalarını yiyerek yaşamlarına devam ederler.
Sadece zamanını sattığın bir mekânda, herkesin yapabileceği bir işi yapıyorsun. Sana bir böcek muamelesi yapılıyor belki de. Ya da kendileri için ne kadar önemli olduğunu hissettiriyorlar… Fark etmez! Kendi’nde değilsin zaten. Asıl istediğin şey bu değil. Bunu kalbinin derinliklerinde hissediyorsun; ama bugüne kadar bastırmak daha kolay geldi hep. İçinde bağıran düş çığlıklarını görmezden geldin. Hani şu çocukluk düşlerin vardı ya..! O düşlerin şimdi hayal oldu. Şimdi hastalıklarla uğraşıyorsun belki de, vücudunda anlam veremediğin ağrıları hissediyorsun günlerdir.
Aniden bir ses duyuyorsun. Kapı sesi değil bu. Ya da seni iki gün önce terk eden sevgilinin sesi de… Ses gittikçe dayanılmaz hale geliyor. Bu, çalar saatinin alarm sesi olabilir mi? Yavaşça gözlerini açıyorsun… Ama sen az önce uyanmamış mıydın..? 
Belki de artık düşlere uyanmalısın..!

6 DÜŞÜNME ŞAPKASI


dusunce koprusu21 6 Düşünme Şapkası: Farklı açılardan kararlarınıza yaklaşmak

Alınan kararlara farklı açıdan yaklaşabildiğiniz, kullanılan ve bilinen en etkili yöntemlerden birisi 6 düşünme şapkasıdır. Bu yöntemle her zaman düşündüğünüz şeylerin dışına çıkar ve farklı şeyleri görmeye başlarız. Edward de Bono’nun geliştirdiği bu yönteme ele alıp, detaylara birlikte bakalım… Pek çok başarılı insan, hayata mantık çerçevesinde ve olumlu bir bakış açısıyla yaklaşır. Bu da onların başarılı olmalarının nedenlerinden biridir. Ancak bu kişiler çoğu zaman bir soruna duygusal, sezgisel, yaratıcı veya olumsuz açıdan bakmayı başaramayabilir. Bu da onların yaratıcı sıçramalar yapmayı ve farklı alternatifleri düşünmeyi azımsadığı anlamına gelebilir. Benzer bir şekilde, kötümserler de fazlasıyla savunmacı olabildikleri gibi duygusal insanlar da kararlara sakin ve mantıklı bakamayabilirler.
Eğer 6 Düşünme Şapkası ile bir soruna yaklaşırsanız, sorunu bütün yaklaşımları kullanarak çözeceksiniz demektir. Plan ve kararlarınız; tutku, uygulamada beceri, yaratıcılık, diğerlerinin fikirlerine saygı ve beklenmedik durumlara karşı hazırlıklı olmayı içerecektir.

Peki bu yöntemi nasıl kullanırsınız?

Bu yöntemi toplantıdayken ya da kendi başınıza bir karar vermeniz gerektiğinde kullanabilirsiniz. 6 Düşünme Şapkası ile bir toplantıda insanların aynı probleme yaklaşırken farklı düşünce tarzlarını benimsemelerinden dolayı ortaya çıkabilecek çatışmaları da çözümleyebilirsiniz. Her düşünme şapkası farklı bir düşünme tarzını ortaya koyar. Ancak şunu unutmayın ki, bu düşünme şapkalarından hiçbiri birbirinden üstün değildir ve hepsinin de farklı yararları vardır.
• Beyaz Şapka
Bu düşünme şapkasıyla eldeki verilere odaklanırsınız. Elinizdeki bilgilere bakın ve onlardan ne öğrenebileceğinizi görün. Bilgi dağarcığınızdaki boşlukları fark edin, onları doldurmaya çalışın ya da bu boşlukları da hesaba katarak ilerleyin.
Bu sizin geçmiş trendleri analiz ettiğiniz, geçmişteki verilerden yola çıkarak tahminler yürüttüğünüz bir evredir.
• Kırmızı Şapka
Kırmızı şapkayı giyerek, problemlere sezginiz, içinizdeki ses ve duygularınızla yaklaşırsınız. Ayrıca diğer insanların duygusal olarak nasıl tepki vereceğini düşünmeye çalışın. Kararınızın arkasındaki nedenleri tam olarak bilmeyen insanların tepkilerini anlamaya çalışın.
• Siyah Şapka
Siyah şapka ile düşünmeyi kullanarak kararın bütün kötü noktalarına bakarsınız. Şüpheci yaklaşın. Bir şeyin neden yürümeyeceğini anlamaya çalışın. Bunu yapmanız önemli çünkü plandaki güçsüz noktaları işaret eder. Bu size zayıf noktaları saf dışı bırakma, değiştirme ve onlara karşı plan hazırlama imkanı verir.
Siyah Şapka ile düşünme yöntemi planlarınızın daha dayanıklı ve dirençli olmasını sağlar. Ayrıca eyleme geçmeden önce risk ve ölümcü hataları fark etmenizi de sağlar. 6 Düşünme Şapkası tekniğinin en önemli getirilerinden biri de problemleri önceden görebilmektir. Siyah Şapka sayesinde olayların olumsuz sonuçlanma ihtimaline hazırlıksız yakalanmazsınız.
• Sarı Şapka
Sarı şapka olumlu düşünmenize yardımcı olur. Kararınızın tüm faydalarını görmenizi ve onlara gereken değeri vermenizi sağlar. Sarı Şapka sayesinde her şey zor ve kasvetli görünürken de yolunuza devam edecek gücü kendinizde bulursunuz.
• Yeşil Şapka
Yeşil Şapka yaratıcılık anlamına gelir. Bu sizin soruna yaratıcı çözümler geliştirebileceğiniz aşamadır. Fikirlerin çok az eleştirildiği, serbest bırakıldığı bir noktadır.
• Mavi Şapka
Mavi Şapka süreç kontrolü anlamına gelir. İnsanların yönetim kurullarında giydiği şapka, bu şapkadır. Fikirler tükendiği için zorluklarla karşılaşıldığında çözüm bu şapkayla aranmalıdır.
Örnek: Bir emlak şirketinin yöneticileri yeni bir ofis binası inşa edip etmemek konusunda karar vermeye çalışıyorlar. Ekonomi iyiye gidiyor ve boş ofis alanlarının sayısı giderek azalıyor. Karar verme aşamasının bir parçası olarak toplantıda 6 Düşünme Şapkası tekniğini kullanmaya veriyorlar.
Soruna beyaz şapkayla yaklaşarak ellerindeki veriyi analiz ediyorlar. Boş ofis alanı konusundaki trendi inceliyor ve burada keskin biçimde azalma olduğunu gözlemliyorlar. Ayrıca ofis binası bittiğinde, piyasada ofis alanı konusunda ciddi bir sıkıntı olacağını da tahmin ediyorlar. Halihazırdaki hükümetin öngörüleri de en azından binanın yapımı sürecinde istikrarlı bir ekonomik büyüme olacağı yönünde.
Kırmızı Şapkayla yöneticilerden bazıları önerilen binaların çirkin göründüğü görüşünü ortaya atıyorlar. Bu fiyatları son derece uygun olan, ancak birer tasarım harikası da olmayan ofislerde insanların çalışmak istemeyebileceğinden endişe ediyorlar.
Siyah Şapkayla soruna yaklaştıkları zaman ise hükümetin istikrar öngörülerinin doğru olmayabileceğinden şüpheleniyorlar. Ekonomi gerileme dönemine girmek üzere olabilir ve bu da ofis binasının uzun süre boş olacağı anlamına gelir. Eğer ofis binası çekici değilse, şirketler daha iyi görünen ama aynı kiraya sahip binalarda çalışmayı tercih edecektir.
Sarı Şapkayla eğer öngörüler doğru çıkıp ekonomi gerçekten istikrarlı olursa şirketin çok ciddi para kazanacağını görürler. Eğer şanslılarsa, binayı bir sonraki ekonomik gerilemeden önce satabilirler ya da uzun dönemli kiralayabilirler.
Yeşil şapkayla binanın tasarımını daha hoş yapmanın yollarına bakarlar. Belki de ekonominin durumu nasıl olursa olsun her zaman talep gören prestij ofislerinden inşa edebilirler. Alternatif olarak, ekonomik gerileme geldiğinde düşük bütçeli bir mülkiyet satın alarak kısa vadeli yatırım yapabilirler.
Mavi Şapka ise yönetim kurulu başkanı tarafından farklı düşünme tarzları arasında gidip gelebilmek için kullanılır. Bu şapka sayesinde toplantıda insanların, birbirlerini acımasızca eleştirmelerini önleyebilir.

2 Kasım 2012 Cuma

TEK KİŞİLİK BAŞARI ÖYKÜSÜ


KARŞINIZDA KENDİ ÇABALARIYLA ZENGİN OLAN EN GENÇ KADINI

Kendi hayatındaki bir eksiklikten yola çıktı... Eğitimini almadığı, hiçbir bilgiye sahip olmadığı bir alana adım attı...Tüm bunları yaparken kimseden yardım almadı...İşte dünyanın kendi çabalarıyla zengin olan en genç kadınının başarı öyküsü...

Ofiste giymek için bacağı nemlendirmeyen bir çorap arayışı bugün ABD'li Sara Blakely'e (41) "Dünyanın kendi çabalarıyla zengin olan en genç kadını" ünvanını kazandırdı. Nasıl mı? İşte detaylar..

Modern dönemin kadınları için her zaman çok önemli olduğu halde çözümsüz kalan toplayıcı ve görünmez çorap korseleri geliştiren Blakely, bugün 1 milyar dolar ciro yapan dev bir şirketin sahibi. Forbes dergisinin "2012'nin Milyarderleri" özel baskısına kapak olan Blakely'nin, etkileyici hikayesine geniş yer verildi. 153'üncü sırada bulunan Blakely'i bu listeye taşıyan ise ne bir şirket ne bir reklam ne de bir yatırımdı.

Disneyland'da Çalışıyordu

Bilinen yöneticilerden çok farklı özelliklere sahip olan Blakely, kendini toplum içinde konuşmaktan çekinen, uçak ve yükseklik korkusu olan biri olarak tanımlıyor. Disneyworld'ün Florida'daki şubesinde sıradan bir çalışanken parmakları açık ve vücudu toparlayan bir çorap ihtiyacı duyan Blakley, bu ürünü kendisi yapmaya karar verdi. Daha önce hiçbir moda veya pazarlama deneyimi bulunmamasına rağmen biriktirdiği 5 bin dolarını çorap işine yatırmak için ayırdı.

Ülkede dolaşarak istediği türden çorabı dikebilecek fabrika aramaya başlayan Blakely, fikir ve marka hakları konusunda da yine kimseden yardım almadan hareket etti. Akılda kalması kolay olduğu için markasına "Spanx" ismini uygun bulan Blakely, pazarlama teknikleri ve logo hazırlamayı da internet üzerinden öğrendi. Tek başına ilerlemekte ısrarcı olan Blakley, bu tavrının karşılığında dünyanın 104 kadın milyarderi arasına girdi.

Oprah Winfrey Etkisi

ABD'nin ünlü talk show sunucusu Oprah Winfrey'nin 2000 yılında programında "En favori ürünüm bu yıl Spanx korseler" demesi, Blakley için adeta sihirli bir değnek etkisi yarattı. Henüz bir internet sitesi bile bulunmayan Spanx korseler, talep rekorları kırdı. İlk yılında 4 milyon dolarlık hacme erişen şirketin cirosu, ikinci yılında 10 milyon doları bulmuştu. Kendisinden habersiz reklam yapan Winfrey dışında, Blakely hiçbir yatırımcının veya reklamcının teklifini kabul etmedi.

Kırmızı halı için vazgeçilmez bir ürün halini alan korselerin müdavimleri arasında aktris Gwyneth Paltrow, Emily Blunt ve Octavia Spencer gibi isimler yer alıyor. Evli ve bir çocuk sahibi Blakely hayatındaki değişimi, "Bana kalırsa para ihtiyacı daha çok kendiniz olmanızı sağlıyor" diyerek özetliyor.

Sara Blakely hakkında daha fazla bilgiyi ilgili wikipedia sayfasından öğrenebilir, ürünü spanx için www.spanx.com ’u inceleyebilirsiniz.

"İhtiyaç" ve "Hareket etme" olgularının bir insanı nasıl girişimciliğin zirvesine çıkardığına çok güzel bir örnek olan ve "Genel bir ihtiyacı farkettiğinizde ürünleştirin!" kuralını bir kez daha bize hatırlatan bu haberimizi kadın girişimcilerimiz başta olmak üzere tüm okurlarımızın ilgi ve bilgisine sunuyoruz.

HAYALLERİNİZ , EN BÜYÜK SERVETİNİZ...



Önce hayal gücü vardı... Dünyayı değiştiren her şey bir zamanlar hayaldi... Dünyayı hayallerinin peşinden gitmeye gücü olanlar değiştirdi. Hayalleriyle büyük bir başarıya imza atan Steve Jobs, milyonlarca kişiye de ilham kaynağı oldu.

KALBİNİN VE SEZGİLERİNİN YOLUNU TAKİP ET!

Tarih 21. yüzyılı, insanların hayalleriyle servet yaratabildiği bir yüzyıl olarak tanımlayacak ve buna en iyi örneklerden biri Steve Jobs olacak hiç kuşkusuz.

Bütün keşifler, büyük sanat eserleri, dünyayı değiştiren icatlar hep hayal gücünün ürünleridir. Bir hayali hayata geçirmek tanrısal bir güce sahip olmak gibidir.

Hayal etmenin özünde mevcudu değil daha iyisini istemek vardır. Steve Jobs'un da çıkışı mevcut düzene bir isyandır. Apple'ın amblemi ısırılmış elma, Adem'in cennetten kovulmasını simgeler. Yarattığı bütün ürünler dönemin egemen markalarına bir karşı koyuştur.

Steve Jobs bir mucit değildir, hiçbir icada imza atmamıştır; ama olağanüstü bir yaratıcıdır. Ne cep telefonunu, ne de laptopu bulan Apple'dır; ama Apple icat edilmiş pek çok teknolojik ürünü olağanüstü bir sadelik, estetik ve işlevselliğe dönüştürmüştür. 

Steve Jobs her yaratıcı gibi buyurgan bir kişiliğe sahipti. Yarattığı ürünler, kullanıcısına geniş özgürlükler sağlamıyordu. Mac bilgisayarda her program çalışmaz, işletim sistemi kendine özgüdür. Sadece bilgisayarlarda değil, Ipod, Iphone ya da Ipad'lerde de durum aynıdır. Bu ürünleri satın alanlar, Steve Jobs'un istediği gibi davranmak zorundadırlar. Buna rağmen Apple müşterileri gönüllü olarak özgürlüklerinin sınırlanmasını kabul ederler. Dışarıdan bakana tuhaf gelen bu durum onlar için bir gurur kaynağı haline gelir. Bu ürünleri kullanan Apple’cılar zaman geçtikçe kendilerini diğerlerinden farklı görmeye başlarlar, Steve Jobs'un isyanının parçası olurlar. Apple ürünlerini kullanmak bir hayat tarzının göstergesi haline gelir.

Kullanıcıya sihirli bir dokunuşu vardır Steve Jobs'un.

Ürünlerin tasarımındaki "buyurganlık" şirket yönetimine de yansımıştır. Steve Jobs'un otoritesi bütün şirkete sinmiş durumdadır. Apple bu zamanın ruhunu yansıtan bir şirket olsa da çalışanını özgür bırakan bir kuruluş değildir. Şirketin her kademesinde Steve Jobs'un buyurganlığı hâkimdir. Sadece buyurganlığı değil aynı zamanda "mükemmeliyetçi bir talepkârlığı" vardır. Steve Jobs'un yakınlarında çalışmak çok zordur. Çok fazla talepkar olması, yakınındakiler için kolay katlanılır bir durum değildir; ama bugün itibariyle Apple'ın dünyanın en değerli şirketi olmasının en önemli nedeni belki de bütün çalışanların Steve Jobs'un düşüncelerini hayata geçirmek için tek yumruk gibi bütünleşmesidir.

Steve Jobs hiçbir icat yapmamıştı ama yarattığı ürünlerinin hepsi kelimenin tam anlamıyla birer inovasyondu. Yaptığı bütün inovasyonlarının kökeninde kullanıcının hayatını kolaylaştırmak vardı. Apple kullananların ürünlerden duydukları memnuniyet, yaşadıkları deneyimden elde ettikleri tatmin onları birer Steve Jobs hayranına dönüştürüyordu. 

Steve Jobs bana göre, her şeyden önce bir deneyim mimarıydı. En büyük başarısı mevcut bir teknolojinin insanla ilişkisini bir antropolog gibi inceleyip onu benzersiz bir deneyime dönüştürme yeteneğiydi. Jobs'un bu yeteneği Apple'ın devrim yapmasını sağladı. 

İnsanın nesnelerle ilişkisini inceleyen ve daha konforlu kullanım deneyimi yaratmayı amaçlayan "ergonomi" disiplinini çok iyi özümsemiş bir insandı. Yarattığı ürünlerin "ergonomik" olmasından katiyen taviz vermedi. Jobs verdiği farklı röportajlarda sık sık "Tasarım tuhaf bir kelime. Bazı insanlar tasarımın dış görünüşle ilgili olduğunu düşünür. Elbette öyledir ama eğer biraz daha derine inerseniz gerçekte tasarım nesnelerin nasıl göründüğüyle değil nasıl işlediğiyle ilgilidir. Mac'in tasarımı, onun nasıl göründüğüyle ilgili değildir, dış görünüş tasarımın sadece bir parçasıdır. Ama öncelikle Mac'in nasıl çalıştığıyla ilgilidir." der.

Apple'da bütün ürün geliştirme süreci kullanıcının ihtiyacını anlamak ve onun hayatını kolaylaştırmak felsefesine dayalıydı. Bugün milyonlarca insanın Apple'a hayran olması ürünlerin sıra dışı olmasındandır. 

Steve Jobs'un çağın ötesinde bir estetik anlayışı vardı. Bir Amerikalıdan çok bir İtalyan’dan beklenen estetik anlayışına sahipti. Üstelik her yaratıcıda olduğu gibi onun estetik anlayışı da tartışmaya pek açık değildi. Ona göre "zevk" kullanıcıya göre değişen bir kavram değildi. Estetiğin standardını kendisi belirliyordu. Bence de hiç haksız değildi. Apple yapıyordu ve çok da güzel oluyordu. Steve Jobs'un buyurganlığı burada da kendini gösteriyordu. "Zevklerin herkese göre değiştiği" safsatasına karşı çıkıyordu, estetiğin öğrenilmesi gereken bir değer olduğunu savunan bir dünya görüşü vardı. 
Steve Jobs vefat ettiğinde Barack Obama "Dünya büyük bir hayalperesti kaybetti." dedi. Obama, Jobs’un "Farklı düşünecek kadar cesur, dünyayı değiştirebileceğine inanacak kadar gözü pek ve bunu yapabilecek kadar yetenekli." olduğunu söyledi. 

Hakikaten Steve Jobs'un hayal gücü, zekâsı, başarma arzusu ve enerjisi, hayatımızı zenginleştiren ve geliştiren sayısız yeniliğin kaynağı oldu. Jobs yarattığı efsanevi Apple markasından daha çok, kendi ilham verici yaşam öyküsüyle "hayal gücünün alabileceği yolun sınırı olmadığını" bize kanıtladı. Jobs "Müşterilerine ürün satan değil, onların içindeki gizli dâhileri harekete geçirmek için yardımcı olanlar kazanır." diye özetlediği felsefesiyle iş dünyasına taptaze, yepyeni bir soluk getirdi.
Albert Einstein "Hayal gücü bilgiden daha değerlidir." der. Bilgi sınırlıdır ve son kullanma tarihine sahiptir. Hayal gücünün ise ne sınırı ne de son kullanma tarihi vardır. Daha da ötesi hayal gücü hep yeni bilgilerin yolunu açar.

Jobs hayatıyla ve yaptıklarıyla Einstein'ın bu sözünün canlı kanıtı gibiydi. Jobs önce ailesi tarafından istenmeyerek başka bir aileye evlatlık olarak verildi sonra kendi kurduğu Apple'ın yönetim kurulundan atıldı. Ünlü Stanford konuşmasında Apple'dan atılışını kendi başına gelmiş "en iyi şey" olarak tanımlayacaktı. Başarılı olmanın ağırlığından kurtulmuş başarısız olmanın hafifliğine kavuşmuştu, her şeye taptaze bir başlangıç zihniyle yaklaşma özgürlüğüne kavuşmuştu.
Apple'dan ayrı kalmak zorunda olduğu yıllar ona çok iyi geldi. Başarının bazen de kendimizi güvende hissettiğimiz "konfor alanlarından" çıkarak yeni arayışlarla mümkün olduğunu bize öğretti. Oysa kendi şirketinden atıldığında çok üzüntülüydü. Şirketinden uzakta geçireceği yıllarda elde edeceği deneyimlerin onun daha sonra - Apple'a geri döneceği zaman-başarısının esas nedenleri olacağını henüz bilmiyordu. Stanford konuşmasında öğrencilere, "İnsan yaşarken anlayamıyor, noktaları ancak daha sonra birleştirip, anlamlandırıyor." demişti.

On bir sene sonra başına geçtiği Apple'ı kısa zamanda dünyanın en değerli şirketi yaptı. Steve Jobs, 21. yüzyılın başlangıcına damgasını vurdu. Hayatı kısa sürdü ama etkisi çok uzun sürecek, hiç unutulmayacak.

Steve Jobs'un yaptıkları hepimize ilham verdi. Bu yazıyı onun Stanford öğrencilerine yaptığı konuşmasının son bölümüyle bitiriyorum:
"Hayatta sahip olduğunuz zaman sınırlı, bunu başkalarının hayatlarını yaşayarak ziyan etmeyin! Başkalarının düşüncelerinin eseri olan dogmaların tuzağına düşmeyin! Kendi içsesinizi başkalarının sesinin bastırmasına izin vermeyin! Ama en önemlisi, sizin ne yapmak istediğinizi en iyi bilen kalbinizin ve sezgilerinizin yolunu takip etme cesaretini gösterin. Geri kalan her şey teferruattır."

DUAYENDEN EFSANE MEKTUPLAR


Zekası, çalışkanlığı ve vizyonerliğiyle sembol isim haline geldi. Türk iş dünyasının efsane girişimcisi Vehbi Koç, efsaneleşen mektuplarıyla yöneticilerini yönlendirdi, takdir etti, eleştirdi. İşte o yöneticiler ve Vehbi Koç'un onlara yazdığı mektuplar...

DUAYENDEN MEKTUPLAR

Vehbi Koç’un yöneticileri ve onlara yazdığı mektuplar...

Onun iş dünyasında bıraktığı kadar etkili bir izi, bugüne kadar hiç kimse bırakamadı. Zekası, çalışkanlığı ve vizyonerliğiyle dev bir topluluk yarattı. Türk iş dünyasının efsane girişimcisi Vehbi Koç, sektöründe ilk olan şirketlerini kurarken yalnız değildi. Hep yönetici olarak en iyi isimleri seçti. Onların en sıkı takipçisi oldu. Efsaneleşen mektuplarıyla yöneticilerini yönlendirdi, takdir etti, eleştirdi. Bugün o mektuplar, bir zamanlar en yakın çalışma arkadaşı olan yöneticileri tarafından değerli bir hatıra olarak saklanıyor. İşte o yöneticiler ve Vehbi Koç'un onlara yazdığı mektuplar...

"SIKI TAKİP MOTİVASYON SAĞLARDI"
Uğur Ekşioğlu, Koç Grubu'nun eski genel koordinatörlerinden... Henüz 22 yaşında Koç Grubu'nda Vehbi Koç'un teklifiyle işe başladı. Özellikle satış konusundaki gücüyle dikkatleri çekti. 38 yıllık Koç Grubu kariyeri boyunca Vehbi Koç'un yanından ayırmadığı bir numaralı yöneticisi oldu. Bu uzun süre içinde Ekşioğlu, patronuyla iletişimini ağırlıklı mektuplar üzerinden yürüttü. Bugün o günleri anımsayan Ekşioğlu, patronuna ve halen sakladığı mektuplara ilişkin duygularını şu sözlerle ifade ediyor: "Beni Vehbi Bey, okuldan seçerek aldı. Üniversiteyi birincilikle bitirdim. İş hayatımın ilk gününden itibaren onun dizinin dibindeyim. İlk çalıştığım şirket, Beyoğlu'ndaki merkez Beko Ticaret mağazasıydı. Akşamları saat 5 civarında gelir, yukarıda bir odaya çekilirdi ve kendine gelen mektupları okuturdu. Sonraki yıllarda çeşitli görevlere geldim. Vehbi Bey, bir görevden diğerine akandığımı benden neler beklediğini, yaptığım işlerin sonucu hakkıda neler düşündüğünü hep mektuplar aracılığıyla bana iletti. Duygu ve düşüncelerini mektuplarından öğrendim. Bu şekilde bir patron olarak bizi hep yakından takip ettiğini bilirdik. Bu bir anlamda güçlü bir motivasyon sağlardı. Her zaman kendimizi anlatabileceğimiz bir patronumuz olduğu hissiyatımız da vardı. Ancak diğer yandan bu kadar yakın takip, lehimizde olduğu kadar aleyhimizde de sonuçlar doğuruyordu."

"MÜTHİŞ BİR DİNLEYİCİYDİ"
Hasan Subaşı 1969 yılında ilk iş görüşmesini Koç Holding'de yaptı. Vehbi Koç'la 1 saat süren iş görüşmesi sonrasında başlayan Koç yolculuğu, onu proje mühendisliğinden yönetim kurulu başkan vekilliğine taşıdı. 1983'te Arçelik'in genel müdürü oldu. Arçelik'in otomatik çamaşır makinesi üretimine giriş kararı aldığı süreçte projenin sunumunu o yaptı. Onun başarılı sunumundan etkilenen Vehbi Koç dönemin yöneticisine yazdığı mektupta, "Takdimi yapan Hasan Bey'i beğendim. Kuvvetli ve sempatik bir genç" diye belirtti. Uzun yıllar Vehbi Koç'la birlikte çalışan Subaşı, bugün eski mektuplarına baktığında patronunu şöyle anımsıyor: "Ben Arçelik'in genel müdürüyken Vehbi Bey de yönetim kurulu başkanıydı. Arçelik, topluluk için çok önemli ve bu nedenle Vehbi Bey'in dikkatle izlediği bir şirketti. 1983'ten 1996 yılına kadar çok yakın bir iş beraberliğimiz oldu. Ondan çok şey öğrendim. Öncelikle düzenli bir insan ve müthiş bir dinleyiciydi. Dinledikten sonra her şeyi özetlenmiş bir şekilde net ifade ederdi.

Mektupları da öyleydi. Konuşmaları özetler ve sonra yapılacakları yazardı. '3 ay sonra şunu yapacaksın' diye hedefler koyar, zamanı geldiğinde takip ederdi. Mektuplarında yapılacakları ya da uyarıları dile getirirken bir babanın çocuklarıyla konuşmasına benzer bir üslubu vardı. Gözü hep üzerimizdeydi. İyi niyetli yapıldığına ve kişisel bir kazanç olmadığına emin olduğu zaman hata yapmamıza da müsaade etti. İlginç olan Vehbi Bey, ortaokul terktir. Ben mühendislik okudum, MBA yaptım, bir alay kitap okuyorum. Ama yönetmek ve girişimcilik onun doğasında vardı. Nasıl Mozart bir senfonisini dinlemeden duymuş ve yazmış, Vehbi Bey de yönetim sanatını içten bilen bir insandı. Kitaplarda yazan her şey Vehbi Bey'in uyguladığı şeylerdi: Delege etmek, motive etmek, uyarmak, yoldan sapmışsa tekrar raya oturtmak gibi... "

"MÜDAHALE ETMEZ, UFUK AÇARDI"
Cengiz Solakoğlu da Koç Holding'in başarılı yöneticilerinden biri. Tam 38 yıl çalıştığı grupta birçok başarıyaimza attı. Solakoğlu, Beko ve Arçelik'in genel müdürlüğünü yürüttü. 1991 yılında da Koç Holding Tüketim Grubu Başkan Yardımcılığı yaptı. 1996-98 yılları arasında holdingde yürütme kurulu üyeliğinde bulundu. 38 yıl boyunca Vehbi Koç'la yakın çalışma fırsatı buldu. Özellikle 1990-1996 yılları arasında Vehbi Koç'un en yakın çalıştığı yöneticilerinden biriydi. Solakoğlu, o günlere ve Vehbi Koç'la ilişkisine dair şunları paylaşıyor: "Ben Vehbi Koç'un tanımını kendimce şöyle yapıyorum: Allah'ın vermiş olduğu zekayı ve yeteneklerini büyük bir disiplin içinde sonuna kadar kullanan iyi bir birey, iyi bir vatansever, iyi bir sanayici, iyi bir işadamı ve iyi bir Müslüman. Her dönemde ölçülü olmayı, en önemlisi karşındakini çok iyi dinlemeyi, verilen bir bilgiyi sonuna kadar doğruluğunu tetkik edip öyle özümsemeyi ve ona göre hareket etmeyi ilke edinmişti. Başarısında 3 büyük unsur vardı: Yapacağı işin doğruluğunu enine boyuna tetkik etmesi. İşi yapacak doğru adamı bulması. Bilgi akışını sağlayacak doğru sistemi kurdurup denetlemesi. Vehbi Bey, bakkal dükkanı hariç hiçbir işi kendisi yönetmedi. İşi yönetecek adamları özenle seçti. Onları yönlendirdi, yetkilendirdi, denetleyerek sonuç aldı. Her şeyi kontrol altında tuttu. Toplantılarda karşı fikirleri çatıştırır, kendi fikirlerini kesinlikle söylemezdi. Bir yatırını kararı alınırken bile kendi fikrini söylemez, 'Madem istiyorsunuz, yapalım, hesabı ben size sorarım' derdi. Ve böylelikle insanları iki misli sorumluluk altında çalıştırmaya çalışırdı. Geri bildirim, Vehbi Bey'in en önemli özelliklerinden biriydi. Mektuplarla geri bildirim yapardı. Sadece yöneticilere değil aileye ve hükümete de mektup yazardı.Müthiş bir yazılı kültürü vardı. Bu şekilde insanları yönlendirir, olumlu ya da olumsuz unsurlara dair geri bildirim yapardı. Benim en büyük şansım böyle bir insanın yakınında olmam. Ondan çok şey öğrendim. Vehbi Bey yöneticilere müdahale etmez, ufkunu açardı. Çok boyutlu görmesini sağlayacak şekilde yönlendirirdi. Özetle Vehbi Koç ile yakın çalışan bir yöneticinin yanlış yapma imkanı yoktu."

"ÖNGÖRÜLÜ BİR YÖNETİCİYDİ"
Mesut Ilgım, 33 yılını Koç Grubu'nda geçirdi. Grup bünyesinde Bürosan'dan Beko'ya birçok şirkette görev aldı. Divan'da üst düzey yöneticilik yaptı. Bu süreçte Vehbi Koç'la yakın çalıştı. Ilgım, Koç'u, mektuplarını ve Vehbi Koç'un kendisi üzerinde bıraktığı etkiyi şöyle anlatıyor: "Vehbi Bey'in dillere destan bir takipçiliği vardı. Vehbi Bey'de unutmak diye bir şey yoktu. Zaman planlamasını çok iyi yapardı. Önem verdiği işlerin peşinde olurdu. Tatil için her yıl Erdek'e giderdi. Pınar Hotel'de tatil yapardı. Orada arkadaş grubuyla birlikte siyaset konuşur, köylü varsa köylülerle sohbet eder, örneğin bir köylü incir topluyorsa kaça sattığını sorardı. Seyahat sonrasında da tüm bunları bilgi mektubunda yazardı. Vehbi Bey dinlemesini bilen bir insandı. Öngörülüydü.

Vehbi Bey'in hayatı işti. Simtel'de çalışırken 1968-71 arası Türkiye'de elektrikli tıraş makinesi üretmeyi düşündük. Vehbi Bey'e konuyu ilettik. Dinledi, sonra 'Türkiye'de erkeklerin yüzde 90'ı sabunla ustura ile tıraş oluyor. Elektrikli makine ile tıraş olana kadar çok var' dedi. Dediği de çıktı. Hala Türkiye'de ağırlıklı olarak sabunla, jiletle tıraş yapılıyor. Vehbi Bey'i anlatmak çok zor. Göçebe toplumlarm yerleşik yatırım yapma alışkanlıkları yoktu. Vehbi Bey o alışkanlığı kırdı. Göçebe kültürün hakim olduğu bir ortamda, devlet ilişkilerini, insan ilişkilerini, iş yerindeki çalışan ilişkilerini koordine etmeyi dört dörtlük olarak başardı. Savaştan çıkmış, kişi başı milli gelirin 60-70 dolar olduğu bir ülkede inşaat hamlesi yaptı, numune hastanesinin ihtiyacı olan demir boruyu, kalorifer radyatörünü öngörüp, bunu yurtdışından tedarik etme yeteneğine sahip bir yatırımcıydı. Bunu ölene kadar da sağladı."

"TAM BİR HESAP ADAMIYDI"
Alpay Bağrıaçık, 1972 yılında hesap uzmanı olarak Koç Grubu'na girdi. mesut Zaman içinde mali işler grup başkanı oldu. Koç'taki ilk dönemlerinde Vehbi Koç'tan çok onun sağ kolu, 50 yıllık muhasebecisi İsak de Eskinazis ile çalıştı. Sonraki yıllarda ise Vehbi Koç'un yakından takip ettiği bir yönetici oldu. Bağrıaçık'ın Vehbi Koç'lu yıllarına gelince... O yılları şöyle anımsıyor: "Vehbi Bey'in işteki ilk dönemlerinde Türkiye'de katma değer vergisi yoktu ama lafı ediliyordu. Bana, Vehbi Bey senden katma değer vergisi hakkında bir not istiyor' diye talimat geldi. Oturdum 10 gün araştırma yaptım. Ardından Vehbi Bey'e takdim ettim. Vehbi Bey beğendi. Birkaç gün sonra, 'Bazı yerlere gönderecekmiş' denildi. Arkasından Vehbi Bey'den bana, 'Notunuzu tetkik ettim. Şu noktalar iyi; şu noktaları kötü, tereddütlerim var' diye güzel bir not geldi. Ben o not üzerine 'Herhalde bir müşaviri var ve ona göre notu yazdı' diye düşünüyordum. Fakat zaman geçtikten sonra tamamen kendi görüşleri olduğunu anladım. Ondan sonra 'Bu adam başka bir adam' dedim. Denetim yapıyorum, raporlar yazıyoruz. Bunları okumak sıkıntılı bir iştir. Bakardım, Vehbi Bey okumuş, beni çağırıyor. Hiçbir şeyi okumamazlık yapmazdı. O en büyük özelliğiydi. Onun bu ilgisi nedeniyle her şey detaylı, sağlam bir şekilde yapılırdı. Verilen notu sıkılmadan okuma özelliği, Vehbi Bey'e büyük bir güç kazandırdı. Kişilik olarak kibardı. Bir şey söylemek için ayağa kalkardı. Herkesi dinlerdi. Doğrusunu söylemek gerekirse ben Vehbi Bey'i babamdan daha çok severdim. O da beni çok severdi, arkamda dururdu. Ben en rahat Vehbi Bey'in yanında konuşurdum. Zaten konuşmazsam kızardı. Hiç kendi fikrini empoze etmezdi. 'Ben herkesin aklından istifade edebilecek kadar akıllıyım' derdi. En çok kullandığı cümlesi de şuydu: 'Ben hesap adamıyım'. Projeyi getirene, 'Sen inanıyor musun bu projeye' diye sorardı. Hesabını kitabını yapmadan işe girişmezdi.