Bu Blogda Ara

17 Eylül 2011 Cumartesi

HAYAT OKULU


Hangi yaşta olursak olalım hepimizin hayattan öğrendiği bir şeyler vardır. On yaşındayken öğrendiklerimiz kırk yaşına göre oran olarak daha az değildir.

Hangi yaşta olursak olalım hepimizin hayattan öğrendiği bir şeyler vardır. On yaşındayken öğrendiklerimiz kırk yaşına göre oran olarak daha az değildir. Marifet öğrenmekte yada öğretende değil, öğrenilenlerin uygulamasındadır. Hayata pozitif bakmak, aldığımız dersleri bir daha yaşamayacağız demek değildir. Başımıza aynı şey geldiğinde davranışımızı değiştiriyorsak o zaman öğrenmişiz demektir. Ama birçoğumuz "bu defa farklı olacak" diye ümit eder. Oysa olayları farklı yapan bizim davranışlarımızdır. Davranışlarımız değişmeden hayatımızın değişmesini bekleyemeyiz.

Danışanlarımdan çoğu bana hep aynı soruyu sorarlar. " Sadece ben mi uğraşacağım, O da bir şey yapmazsa nasıl düzelecek bu ilişki?" Oysa hayatını veya ilişkisini değiştirmek isteyen O'dur. Bizler kendi gücümüzden korkar, sorumluluklarımızdan kaçarız. Hayatı değiştirebileceğimize inanmak istemeyiz. Başımıza gelenlerde başkalarını, hayatı, şansı suçlamak her zaman kolay gelir. Başarılarımızda kendi rolümüzü büyük bir gururla kabulleniriz. Ancak yaşadığımız zor olaylarda veya acılarda üzerimize alınmayız.

Dişimizi fırçalamaz " şeker çürüttü" deriz. Kredi kartımızla kazandığımızdan fazlasını harcar, düzeni, patronu, ekonomiyi suçlarız. Dersimiz çalışmaz " hoca taktı" diye söylenir, filme dalıp geç yatar " saat neden çaldı" diye kızarız. Kendi seçimlerimizle hayatı yaşar, hayat bize verdi deriz.

Davranışlarımızı yöneten bakış açımızdır. Yani hayatımızı bakış açımızla yaşar, anlamlandırır ve yönetiriz. Kendimizi nasıl görüyorsak, başkaları için o olduğumuzu düşünürüz. Olayları nasıl anlamlandırıyorsak gerçek bu sanırız. Oysa gerçek objektiftir yani nötrdür. Bu yılın 2011 olduğu bir gerçektir, oysa iyi bir yıl mı kötü mü olduğu bizim bakış açımızdır. Sınıfta kalmak gerçektir ama bunun şanssızlık mı bir fırsat mı olduğu gerçek değildir. Yirmi yaşında doğru sandığımız şeye kırk yaşında yanlış diyebiliriz. Aşık olduğumuz birinden bir süre sonra nefret edebiliriz. Kedilerden korkuyorken bir gün kedimiz öldü diye yas tutabiliriz. Olaylar bizim onlara verdiğimiz anlamlar kadar etkiler bizi. Hayatımızdan şikayet ediyorsak bu sadece bizim bakış açımızdır. Seçimlerimizi bakış açımız belirler. Kendi yapabileceklerimizi göz ardı edip, şikayet etmeyi ve kurban rolünde olmayı seçebiliriz.

Milton Erickson, çocuk felci geçirmiş ve hayatının uzun yıllarını yatalak geçirmiş bir insan. Sadece gözlerini hareket ettirebiliyordu. Ancak O bunu bir fırsat olarak değerlendirdi. Yıllarca insanları izledi, gözlemledi ve inceledi. Sözsüz iletişim ve beden dili konusunda keşifler yapmaya başladı. Öğrenme süreçlerinde bilinçaltının gücünü keşfetti. Kendine yürümeyi öğretti ve bunu o günlerde emekleyen kız kardeşini izleyerek yaptı. Erickson çocuk felci hastalığına " insan davranışı konusundaki en iyi öğretmenim" derdi. O, bir kader kurbanı olmayı seçmedi ve dünyanın en iyi davranış bilimcisi ve iletişim uzmanı oldu.

Oysa birçoğumuz harika kaslarımız ve gücümüz olduğu halde koşabileceğimize bile inanmayız. Kendi hayatımızı yönetme gücümüzü inkar ederek, kendi kendimizi felç ederiz. Sonunda gerçekten yürüyemez hale geliriz. İnançlarımızı gerçek sanır, bir süre sonra hayatımızın gerçeği haline getiririz.

Amerikalı bir subaya aşık olup evlenen birini tanıyorum. Yaşıtlarına göre hayli geç bir evlilik yapmıştı. Çevresindeki herkes " durdu durdu turnayı gözünden vurdu" demişti. Birçok kız onun yerinde olmak istemişti. Yıllarca Türk erkeklerini beğenmemiş geri kafalı bulmuştu. Sonunda tam istediği gibi bir erkekle harika bir düğünle evlenmişti. Yakışıklı kocasıyla Amerika'da çok güzel bir eve taşındı. Bir süre sonra çok güzel bir bebeği oldu. Herkes onun çok şanslı olduğunu düşünüyor hatta onu kıskanıyorlardı. Bebeği birkaç aylıkken Türkiye'ye ziyarete geldi. Döndükten bir süre sonra boşandığını duyduk. Hem de polisiye bir takım olaylar yaşayarak. Bir süre sonra karşılaştığımızda nasıl olup da birden bire işlerin kötüye gittiğini sordum. Bebekle Türkiye'ye geldiğinde kuzenlerinin kocalarının kendi bebeklerinin bakımında eşlerine yardım ettiklerini, hatta bebeği yıkadıklarını görmüş. Kadınların çalışmadıkları halde yardım gördüklerini üstelik de pahalı hediyelerle şımartıldıklarını söyledi. " Benim kocam tam bir odun, hiç böyle şeyler yapmadı. Bence Türk erkekleri bir başka " dedi. Amerika'ya döndükten sonra artık kocası onun için o eski adam değildi. Karısına değer vermeyen, hayatı paylaşmayan biriydi. Masal kahramanı bir ucubeye dönmüştü O'nun gözünde. Kavgalar başladı ve kaçınılmaz son, ayrılık.... Şimdi boşanmış bir kadın olarak tek başına çocuğunu büyütüyor. Annesiyle birlikte aynı kaderi paylaştıklarını düşünüp, şansızlıklarından yakınıp duruyorlar.

Değişen adam mıydı yoksa Onun bakış açısı mı? Bir erkekten beklentileri ve onun için "koca"nın anlamı mı? Annesi gibi boşanan bir kadın olacağına inanması ve bunu gerçeğe dönüştürmesi mi? Kocasına karşı değişen düşünceleriyle, davranışlarının değişmesi mi? Şansı mı?

İnsanlar olaylara verdikleri anlamın hayatının anlamı olduğunu bilmeden yaşarlar. Bir insan düşüncede neyse, davranışta da odur. Güzel olduğuna inanmayan bir kadın, sırmalı kaftan giyse kendini beğenmez. Peri padişahının oğlu ona aşık olsa inanmaz. Altında başka bir çıkar arar ya da aldatılacağına, terk edileceğine inanır. İnançlarının davranışlarını etkilediğini ve ilişkiyi sona götürdüğünü fark etmeden, bunu gerçekleştirir. Ancak kendi yaşam sorumluluğundan kaçıp başkalarını, olayları sebep gösterir.

Hiç " eğer hayatımı mahvedebiliyorsam demek ki düzeltebilirim" diye düşündünüz mü? Hiç hayatınızın anlamını değiştirebileceğiniz hissine kapıldınız mı? Korktuklarınızın başınıza geldiğinden eminken, arzularınıza ulaşacağınızdan da emin oldunuz mu? Başınıza gelen olayları tekrar tekrar yaşamanızın sebebinin, onlara aynı tepkileri vermek olduğunu fark ettiniz mi?

Gelin bu gün küçük bir deneme yapalım. Davranışlarımızın hayatımızı nasıl etkilediğini test edelim. Sabah uyandığımız andan gece yatıncaya kadar, ne olursa olsun, sürekli gülümseyelim. Herkese ve her an, yalnızken bile... Küçücük bir değişikliğin ne farklar yarattığını izleyelim. Yatmadan önce şu soruların cevabını düşünelim:

Daha fazlasını nasıl yaparım?
Ben nasıl hayatımı değiştiririm?
Hayatımın anlamı nedir?

KİŞİLİK SAHİBİ OLMAK

"Herkesin üç kişiliği vardır; ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı" der Alphonse Karr. "Bu sözün üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gerekir" diyen Psikolog Serap Duygulu, konunun ayrıntısına götürüyor bizleri.

Sahip olduğumuz kişiliğimiz aslında doğrudan doğruya kim olduğumuzdur. Zevklerimizin, zevksizliklerimizin, mutluluklarımızın, mutsuzluklarımızın, hayata bakışımızın, beklentilerimizin, umutlarımızın, umutsuzluklarımızın, düşünce biçimimizin kısacası bütün duygularımızın bütünüdür. Sahip olduğumuz bu kişiliğimizdir kime yakın kime uzak duracağımıza karar veren. Seven ya da nefret eden, kin tutan ya da bağışlayıcı olan, titiz ya da rahat davranmamızı belirleyen...

Kişiliklerimiz Duruma Göre Ortaya Çıkar

Ortaya çıkardığımız kişiliğimiz, asıl kişiliğimizin duruma göre başkalarına gösterdiğimiz kısmıdır. Duruma göredir çünkü eğer bir kadınsak, çok kızgın olsak bile çocuğumuza karşı anlayışlı tarafımızı, anne tarafımızı çıkarırız ortaya. Eşimize bağırıp çağırmayız o an çok sinirliyiz diye, anlayışlı eş tarafımız vardır çünkü. İşyerinde olay çıkartmayız durduk yere, duruma göre davranan kişiliğimiz ortaya çıkar. Bu kişiliğimiz aslında bir tür toplumsal rollerimizin bütünüdür. Nerede hangi durumda hangi yüzümüzü göstermek istiyorsak o kişiliğimiz üste çıkar.

Kibar, alçak gönüllü, saldırgan, girişimci, pasif, dışa dönük, arkadaş canlısı, hangisi en uygunsa duruma göre oluruz bir anda. Aslında insanın hamurunda her şey var. En aşağılık duygulardan, en yüce duygulara kadar geniş bir yelpazede her özelliği taşıyoruz.

Herkesin Ortak Bir Bilinçaltı Vardır

Carl Gustav Jung, tüm insanlığın ortak bilinçaltına sahip olduklarını savunur ve der ki: "İnsan davranışlarının ortaya çıkışında önemli rolleri olan, geçmişten günümüze bütün insanlığın nesilden nesile aktardığı, genetik olarak bir sonraki kuşağa taşıdığı ortak bir alan vardır, tüm insanlar bu alandan beslenirler. İnsana ait ne varsa, istekleri, korkuları, heyecanları, duyguları, etki-tepki mekanizmaları ve davranış yapılarını oluşturan bütün kalıplar bu alanda depolanır."

Bu ortak bilince Jung, 'Kollektif Bilinçaltı' adını vermiştir. Ayrıca yine Jung'a göre, bütün insanlığa ait bu tür bir ortak bilinçaltı olması gibi her ulusun da kendi tarihsel geçmişinden kaynaklanan, farklı ve özgün bir kolektif bilinçaltı vardır.

Bu düşünceye göre, kişiliğimiz insanlığın ortaya çıktığı ilk andan bu yana olan her şeyi ortak kullandığımız bir hafızadan almıştır ve bizi biz yapan her türlü yapı taşı aslında orada kayıtlıdır. Biz de hem ulusal kimliğimiz ve tarihimizle, hem de insanlığın ortak bilinçaltında var olan değerlerle harman yapıp bir kişilik elde ediyoruz. Bu kişilik içinde yaşadığımız toplumun değer yargılarına, ahlaki, etik, kültürel değerlerine aykırı olmadığı sürece bizler uyumlu kişilikler oluyoruz. Tersi durumda toplumdan dışlanmış, asosyal varlıklar olarak soyutlanmış hayatlar sürdürmeye çalışıyoruz. Aslında sosyalleşmek böyle bir durumun ifadesidir: İçinde yaşanılan toplumun değerlerine uygun davranmak. Sosyal birey sivriliklerini, aykırılıklarını törpülemiş insandır.

İdeal Benlik Olmak İstenilen Kişiliktir

Burada son bir kişilik türü var ki, o da olduğunu sandığımız kişiliğimizdir. Kendimizi görmek istediğimiz, olmak istediğimiz, ideal benliktir. Başkalarında beğendiğimiz, kıskandığımız, bizim de öyle olmak için can attığımız ne tür özellikler varsa onlar da bizim olduğumuzu sandığımız kişiliğimizdir.

Normalde son derece dışa dönük bir insanın, içe dönük davranması ya da tam tersi şekilde bir yapı sergilemesi bu durumu ifade eder. Aslında tiyatroya gitmekten hoşlanmayan bir insanın içinde bulunduğu toplumun bireyleri seviyor diye tiyatrodan hoşlanıyor görünmesi ya da hayatında operadan, baleden hiç hazetmemiş birisiyken çok severmiş ve anlarmış gibi gözükmesi bu tip bir duruma örnek olabilir.

Bunlardan herhangi biri ya da birileri olabiliriz. Seçimlerimizi bulunduğumuz çevreye uyumlu, yararlı ve daha insancıl kalıplardan yapabiliriz. Veya tam tersi uyumsuz, saldırgan, yıkıcı, bozucu gibi olumsuz kalıplardan seçebiliriz. Öyle ya da böyle kişiliklerimiz, bizi biz yapan her şeyin toplamıdır. Artılarımız ve eksilerimiz vardır. Yanlışlarımız, doğrularımız vardır.

MUTLU OLMAK MI İSTİYORSUN


Mutlu olmak sizin elinizde... Elbette mutsuz olmak da!
Çünkü mutluluk gibi mutsuzluk da bir tercih meselesi. Hayata nasıl baktığımız, bardağın hangi tarafını gördüğümüz mutlu olup olmayacağımızı belirler...

MUTSUZLUK BİR TERCİH MİDİR?


Mutlu olmak için neye sahip olmak gerekir? Mutlu olmak için çok para mı gerekir? İnsan para sahibi olunca mutlu olur mu?


Çoğumuza göre mutlu olmak için sevgili bulmak, evlenmek, araba, ev sahibi olmak lâzımdır; çaba sarf ettikten ya da bir bedel ödedikten sonra mutlu olur insan.


Bazılarımız ise mutluluğu, başına konacak bir talih kuşu gibi görür; eğer insanın şansı varsa mutlu olur yoksa mutsuz.


Peki, sizin mutluluk anlayışınız hangisi? Siz mutluluğu eksikleriniz tamamlanınca ulaşacağınız bir ruh hali gibi mi yoksa başınıza gelecek güzel bir şey olarak mı tanımlıyorsunuz?


Paranın mutluluk getirmeyeceği düşüncesi, "Easterlin Paradoksu" olarak bilinir. Easterlin, gelirle mutluluğun hiçbir ilişkisinin olmadığını saptadı. 1970’lerin başında Amerika, Japonya ve İngiltere’de yaptığı araştırmalara göre, ailelerin geliri artınca mutluluk seviyeleri artmıyordu. Son yıllarda Amerika'da Gallup tarafından yapılan araştırmalar da bu olguyu kanıtladı. Esas olan "geçinecek kadar bir gelire" sahip olmaktı, bunun üzerine çıkılınca mutluluk artmıyordu.


Ama bunun tersi yani geçinecek kadar gelire sahip olmamak mutsuzluk getirir.


Amerika'da piyangodan büyük ikramiyeyi kazananlar üzerinde yapılan araştırmada da benzer bir sonuç elde edildi. Piyangoyu kazanan şanslı insanların mutlulukları ortalama bir yıl sürüyordu.


Antik Yunan'da mutluluk, ahlaklı olmak ve erdemli bir hayat yaşamak demekti. Aristo'ya göre "Mutluluk, insan yaşamının biricik amacıdır. Hayatımız boyunca harcadığımız tüm çabalar mutlu olmak içindir ve mutluluk, ancak erdeme ve kusursuz bir karaktere ulaşarak yakalanabilir. Kişi ancak hayatının bütününü soylu bir biçimde yaşarsa mutlu olabilir."


Eflatun ise mutluluğun akıl, fiziksel arzular ve ruhun uyumuyla yakalanacağını söyler. Bugün "New age" akımıyla yeniden yükselişe geçen "ruh-zihin-beden" üçlüsüyle anlatılmak istenen mutluluk anlayışı Eflatun’un öğretisine dayanır.


Bence en güzel mutluluk tariflerinden birini Epikür yapmıştır. Mutlu olmak için insanın üç şeye ihtiyacı vardır: "Dostluk, Özgürlük ve Düşünmek."


"Bir şey yiyip içmeden önce, ne yiyip içeceğinizi değil, kiminle yiyip içeceğinizi düşünün; çünkü yanında arkadaşı olmaksızın yemek yemek ancak bir aslana ya da kurda mahsustur." diyen Epikür, gerçek mutluluğun insanın içinden geldiğine inanır. Ona göre mutlu olmak için insanın maddiyata ihtiyacı yoktur.


Epikür'ün mutluluğu bulma yolu son derece yalındır; evinin bahçesinde buluştuğu dostlarıyla sıradan yiyecekler yemekten ve sohbetten zevk alır. (Epikür ve arkadaşlarının "Bahçe filozofları" diye ünlenmeleri bu yüzdendir.)


Descartes, mutluluğu "bir ruh memnunluğu ve iç hoşnutluğu" olarak tanımlar. Descartes’a göre mutluluk erdeme, erdem de aklın iyi kullanılmasına bağlıdır.


Nörolog Nancy Etcoff beynimizin evrimsel olarak mutluluk ve acıyı azaltmaya odaklı olduğunu söyler. Şekerli şeylerin tadını doğuştan sevmemiz ve acı olanları da reddetmemiz, mutluluk arayışının içgüdüsel olduğu görüşünü destekler niteliktedir.


Bana göre ise mutluluk öğrenilen bir şeydir. Bence mutlu olmayı ya da mutsuz olmayı çocukluğumuzda öğrenmeye başlıyoruz. Mutluluk tamamen bizim kişisel tercihimizle elde edebileceğimiz bir ruh hali.


Eğer sağlıklıysak ve geçinecek kadar bir gelirimiz varsa hepimiz mutlu olabiliriz. Bunu hemen şimdi elde edebiliriz. Mutlu olmak için kimseye, hiçbir şeye ihtiyacımız yok.


Mutluluk, sevgi ve şefkat ilişkileri içinde yaşanan bir duygu. Daha çok para sahibi olmak, daha iyi bir hayat yaşamak mutlu olmak anlamına gelmiyor. İnsan içinde sevgiyi ve şefkati büyüttüğü zaman mutlu oluyor. Ve mutluluk hayattaki "bedava" olan şeylerle elde ediliyor. Sevgi ve şefkat üzerine inşa edeceğimiz bir hayatımızın olması için zengin olmaya değil, sevgi ve şefkati paylaşacak insanlara ihtiyacımız var. Bir hayat arkadaşına, çocuklara ve dostlara ihtiyacımız var. Tıpkı Epikür'ün yaptığı gibi bu dostlarla sohbete ihtiyacımız var, onlarla bu hayatı paylaşmaya ihtiyacımız var.


Mutluluk bir zihin durumudur. Hayata nasıl baktığımız, zihnimizi nasıl terbiye ettiğimiz, bardağın hangi tarafını gördüğümüz mutlu olup olmayacağımızı belirler.


Bu yüzden Dalay Lama "Son derece modern ve rahat bir binanın yüzüncü katında, en yüksek teknolojiye sahip bir daire bile satın alsanız mutlu olamayabilirsiniz. Eğer zihinsel uyumu yakalayamazsanız arayacağınız tek şey, atlamak için bir pencere olacaktır." der.


Başından yeterince sıkıntı geçmiş her insan bilir ki mutluluk için gerekli olan ne zenginlik, ne başarılı olmak, ne şöhret sahibi olmaktır. Mutluluk içinde bulunduğumuz durumları nasıl algıladığımız; yaşadıklarımızdan iç dünyamıza neyi aktardığımızdır. Tekrar etmek istiyorum, her gün yaşadığımız büyük ya da küçük deneyimlerden iç dünyamıza neyi, nasıl aktarmayı "tercih ettiğimizdir". (Mihaly Csikszentmihalyi, bu düşünceyi "Akış" isimli kitabında anlatır.)


Mutluluk sadece ve sadece bizim tercihimizdir. İstersek hemen, şimdi, burada mutlu olabiliriz. Yeter ki mutlu olmayı tercih edelim.