Bu Blogda Ara

21 Eylül 2010 Salı

2 ŞEY ÖNEMLİ , YÜK VE YOL


Hamal isen iki şey önemli oluyor senin için: Yük ve yol...

Ancak sırtına aldığın yükle, mesafeyi aşabilirsen,ücret mevzu bahis oluyor.Aksi olursa, cereme çekiyorsun! Bunu düşünüyordum.

Yanımdaki hamalla yola çıktık.
İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği... Diyordum ki içimden "Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!.." Nitekim, çok geçmeden dedi ki: "Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!. .."Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!. . " Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü. Salarken yükünün ipini "Sen de dinlen hadi" dedi.

Benim canım sıkılmıştı bu işe.Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum. O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum. Bir saat kadar sonra yine durdu,oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında..."Yükünü indirip sen de dinlen", demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım...

Sonra yine durdu. Bana da "dinlenmemi" söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra "dinlenelim mi" diye sordu, aksi aksi başımı salladım...

Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü.Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı. Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim.Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım...

Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek; "Hadi kalk, dedi. Bana yaslan. Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz."

Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana.

"Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda...

Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...
Halbuki bir yükü "taşımak" bizim işimiz, "altında ezilmek" değil!..

Unutma ki bir yük taşıdıkça ağırlaşır.Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki
günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem.Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma...Akşamları bırak ve hafifle... Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil. Çünkü , yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler var...

Gerçek şu ki, hepimiz şu hayatın hamallarıyız..

Önemli olan, yüklerimizi en doğru şekilde taşımak ve hayatın altında ezilmemek.

İNSANLARI SEVMEKLE BAŞLAR HER ŞEY


SEVGİYLE BAKMAK HERKESE …

Birini yeterince seviyorsan, her şeyi affedebilirsin...Hatta göz her şeyi görmez olur. Gözün sevmek konusunda çok büyük taraf tuttuğunu herkes bilir. Sevdiğimiz birinin hiçbir eksiğini, hatasını görmeyiz. Ama sevmediğimiz, nefret ettiğimiz birinin her bir hareketini göz yakın takibe alır ve hiç aman vermez. En küçük bir hatayı bile abartır, büyütür ve olay haline getirip önümüze koyar.

Aslında göz , kulak, burun gibi duyu organları beynimizdeki merkeze bağlı oldukları için bir aracı olmaktan öteye gitmezler. Bütün iş beyinde bitiyor. Bu nedenle gözün getirdiği görüntüyü gören de görmeyen de beyindir. Ya da kulağın duyup duymaması…Kafamız başka yerde ise, karşımızda konuşanı hiç duymayız bile.Kulak sesleri almakta ama akıl başka yerde olduğundan dolayı merkeze gelmemektedir sesler.Bir kitabı okuduğumuzda da, göz yazıyı okur ama kafa dalgın olunca okunan yazıların hiç biri beyine gelmez ve algılama söz konusu olamaz.

Kafanın başka yerde olması en çok sevme durumlarında olur. Kafa sevgilide olunca ne gözün, ne kulağın ne de diğer duyu organlarının yapacağı bir şey vardır. “Aşkın gözü kördür” derler ya, doğrudur, üstelik eksiktir de. Aşkın kulağı da sağırdır. Seven insan hep burnunun doğrultusuna giderek kimseyi görmez, duymaz, dinlemez.

Aslına bakılırsa , abartıya kaçmamak koşuluyla bu her şeyi görmeme, duymama durumu fena bir şey değil. İnsanların yaptığı işlerde hata aramak yerine iyi yanlarını görmek güzel bir şey. Aşık olma halinden söz etmiyorum. O tam bir hastalık… Ama insanlara sevgi ile bakarak, çok ince detayları görmek yerine, onların yaptığı güzellikleri görmek en iyisi. Zaten insanları sevince, göz ister istemez güzelliklerden yana tavır alarak, bize sadece insanların güzel yönlerini gösteriyor. Toplumsal yaşamanın ve mutlu olmanın gereğidir de bu.

İnsan sevince mutlu oluyor ve diğerlerini de mutlu ediyor. Yaydığı pozitif enerji herkese olumlu etki ettiği gibi, dönüp kendini de mutlu ediyor.

Bir de tam tersi insanlar vardır. Her gördüğünde kusur arayan… Her an bir hata yapmanızı bekleyen… Sürekli tetikte olan insanlar vardır…Bütün besin kaynakları dostlarının yapacağı hatalardır. Mutluluktan uçarlar neredeyse, birinin küçük bir eksiğini, hatasını gördüklerinde. Böyle insanların yaydığı negatif enerjiden öyle sanırım ki şeytan bile olumsuz etkilenip, morali bozuluyordur. Şeytan, kendisinden bile beter olan bu insanlar yüzünden aşağılık duygusuna kapılıyordur belki de…

İnsanları sevmekle başlıyor her şey. Sevince detaylarla uğraşmaz ve bir bütün olarak o insanların yaptıklarına bakarız. Ve de hatalarını mümkün olduğu dikkate almadan, yaptıkları güzel işlerle değerlendiririz onları. İnsanları seviyorsak zaten bütün duyu organlarımız dünden hazırdır hataları ört bas etmeye.. En başta da göz... Sevince gözümüz güzellikten başka bir şey görmez olur. Aman öyle olsun. Hiç sakıncası yok bence..

ÇOCUĞUNUZLA İLGİLİ GERÇEKÇİ BEKLENTİLER İÇİNDE OLUN


Yeni eğitim-öğretim yılı başlarken, içimden ’Daha önceki yıllarda yapılan yanlışları yapmayalım’ diye geçiriyorum. Bunu hem anne- babalar adına hem de eğitimciler adına diliyorum. Çünkü malum eğitimdeki yarış siyasetçilerinkiyle yarışacak düzeyde... Bir farkla, bu yarışın atları çocuklarımız...

Prof. Dr. Yankı Yazgan ’Düşe Kalka Büyümek’ adlı kitabında, ’Kişiyi ayakta tutanın, hayatta anne-baba artı
en az bir kişi tarafından ’adam yerine konmak’ olduğunu düşünüyorum’ diyor. Peki, çocuklarımız kendi
ayakları üzerinde dursun isterken biz onları adam yerine koyuyor, birey olmalarına gereken saygı ve özeni gösteriyor muyuz?

Yazgan; ’Çocukluğumuz kendi değerimizi biçtiğimiz dönemdir’ diyor; ’O değeri biçerken, sadece kendi kendimize değiliz; genellikle başkalarından bize yansıyan değerleri, içselleştiriyoruz ya da biçilen değerden memnun değilsek (bu değeri düşük buluyorsak), telafi etmek için ’abartıyoruz’ veya değer biçenleri, sarrafları suçluyor veya reddediyoruz. Hayatımızın değer biçici sarrafları, ilk yıllarda anne babamızken, bu ekibe sonradan arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, vb. katılıyor. Biçtikleri değerler ama doğru ama yanlış bizi etkiliyor...’

BEKLENTİLERİMİZ GERÇEKÇİ Mİ?

Evet, biz anne-babalar çocuklarımızdan çoğu zaman özellikle de okul yaşantılarıyla ilgili olarak, öyle büyük, öyle gerçek dışı beklentiler içinde olabiliyoruz ki, bu süreçte çoğu zaman çocuklarımız da kendilerini değersiz hissetmekten başka bir yol bulamıyorlar. Eh, eğitim sistemimiz malum, çocukların kendilerini değersiz hissetmesi için ne gerekiyorsa içinde barındırıyor; biz veliler de ateşe körükle gitmek konusunda kendimize bir türlü gem vuramıyor, sistemin dayattığı yarışın, hırslarımızın esiri olarak çocuklarımıza yükleniyor da yükleniyoruz. Sonuçta, daha 10’lu yaşlarda o ateşin içinde, olan çocuklarımıza oluyor.

Bakın etrafınıza çocuklarda depresyon, çocuklarda şişmanlık, çocuklarda hiperaktivite, çocuklarda davranış sorunları eskiye oranla çok daha yüksek oranlarda... Neden? Çocuklar kendi biricikliklerini, kendi yeteneklerini, kendi değerlerini, kendi yaratıcılıklarını ortaya koyamıyorlar da ondan. Hepsinden aynı olmasını bekliyor, çocuklarımızı birbiriyle kıyaslamaktan vazgeçmiyor, hepsinden bütün derslerde ve bütün sınavlarda başarılı olmasını istiyoruz... Sonuçta da akademik başarı çocuğun değerini belirler oluyor. ’Karnen nasıl, sınavın nasıl geçti?’ etrafında dönmeye mahkum edilen gelişme çağındaki körpecik hayatlar...’ Karnesi kötü, sınavı başarısız geçen çocuk değersiz mi yani? Bu soruya hemen hepiniz ’Hayır’ diyeceksiniz! Ama cevabımız ’hayır’ olmasına rağmen davranışlarımızla, beden dilimizle çocuğa kendini değersiz hissettiriyoruz işte...

Öğretmenlerimiz de, çocukların olumsuz değil, olumlu yanlarını vurgulamaya daha çok yönelseler ne iyi olacak! Tam da bu noktada size, psikoloji tarihinde dönüm noktası olan bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. Adı: ’Kendini doğrulayan kehanet’.

KENDİNİ DOĞRULAYAN KEHANET, ÇOK ÖNEMLİDİR

Bu, Harvard Üniversitesi profesörlerinden Robert Rosenthal ve arkadaşlarının 1969 yılında yaptığı bir çalışma. Bir grup psikolog çeşitli ilkokullarda ders yılı başında sınıflarda zeka testi uygular. Bir süre sonra öğretmenlere, her sınıfta 4 öğrencinin üstün zekalı olduğunu; ancak bunu öğrencilere aktarmamaları gerektiğini söylerler. Gerçekte öğretmenlere isimleri bildirilen çocuklar üstün zekalı olmayıp isimleri kurayla saptanmış olan çocuklardır. Ve ders yılı sonunda bu çocukların başarılarının yükseldiği görülür. Bu araştırma, büyük yankılar yapmış ve Rosenthal buna ’kendini doğrulayan kehanet’ adını vermiş. Bu önemli araştırmadan çıkartılması gereken en önemli sonuç, çocuklarımıza ne söylüyorsak, öyle olma ihtimallerini artırdığımız...

ÇOCUĞA NE OLURSA OLSUN İYİ SIFATLARLA YAKLAŞIN!

’Kendini doğrulayan kehanet’ kuramını günlük yaşamda nasıl kullanacağımız konusunda Psikolog-Eğitimci Acar Baltaş şöyle bir öneride bulunuyor:

’Çocuklarımıza tembel, savruk, sarsak, haylaz, dağınık, sorumsuz, yaramaz, düşüncesiz’ gibi sıfatlarla yaklaştığımız takdirde, gerçekte de ’tanımladığımız gibi’ olma ihtimallerini artırırız. Kısacası çocuğumuza olumsuz olarak ne dersek, ’öyle’ olmasını kolaylaştırırız. O zaman akla hemen şöyle bir çözüm geliyor: ’Çocuğuma iyi sıfatlarla yaklaşırsam iyi olur.’ Fakat gerçek pek de böyle değildir; çünkü çocuğumuza olumsuz bir sıfatla yaklaştığımız zaman, ortada daima bir sebep vardır. Bu sebeple çocuğumuzun kafasındaki olumsuz benlik imajını pekiştirmiş oluruz; ancak ortada bir sebep yokken olumlu benlik imajını pekiştirmek pek mümkün değildir.

Peki, ne yapacağız?

Çocukların benlik algıları hayatın ilk yıllarında anne-babalarından aldıkları mesajlarla, akademik hayatta da öğretmenlerinden aldıkları mesajlarla şekillenir. Bu konudaki temel ilke, esas olarak çocuğu değil, davranışı övmektir.

Genel olarak eğitimde, özel olarak yeni bir davranışın kazandırılmasında temel ilke, yanlışların görülmesi ve düzeltilmesi değil, ’doğruların fark edilmesi’ olmalıdır. Bir başka ifadeyle, eğitimde esas amaç, ’yanlışların yakalanması’ olmayıp ’doğruların yakalanması’dır.

ÇOCUĞUNUZUN GÜÇLÜ YÖNLERİNİ DESTEKLEYİN!

Hiçbir insan her alanda iyi olamaz. Herkesin güçlü ve zayıf yönleri vardır. ’Güçlü yön’, belirli bir konuda ya da işte, sürekli olarak kusursuza yakın performans demektir. Odaklandıklarımız ise gerçeğimiz olur. Yanlışa odaklanmak yanlışları yakalamamıza yol açar, güçlü yönleri hayata yansıtmak konusundaki güvenimizi zedeler ve performansımızı olumsuz yönde etkiler. Başarı, güçlü yönlerimizi bulmaya ve geliştirmeye bağlıdır.

Güçlü yönlere odaklanmak ile ’kendini doğrulayan kehanet’ yaklaşımı, ilk bakışta birbiriyle çelişiyor gibi gözükür; çünkü güçlü yönlere odaklanmak yaklaşımının temelinde yeteneğin; eğitim, azim ve kararlılıkla gerçekleşmeyeceği kabulü vardır. Daha doğrusu, çok gerekliyse, büyük emekle, sınırlı ölçüde gelişme sağlanabilir; ancak bu yönde harcanan gayretle, elde edilen sonuç çoğunlukla birbiriyle uyumlu değildir.

Oysa, ’kendini doğrulayan kehanet yaklaşımı’, ’insanlardan ne beklerseniz, onu alırsınız’ şeklinde özetleyebileceğimiz bir yaklaşımı temsil eder.

Çocuğunuzun ’beceriksiz’ olduğunu düşünür ve bunu ona zaman zaman söylerseniz, o da sizi haksız

çıkartmaz ve beceriksiz olur. Daha sonra siz de göğsünüzü gere gere ’ne kadar haklı olduğunuzu’ düşünürsünüz. İşte, incelik de bu noktada yatar. İyi anne-babalar, çocuklarının neyi iyi yapacağını anlar ve

onu bu yönde teşvik eder. Daha sonra da, ’kendini doğrulayan kehanet’ ilkesi doğrultusunda ’haklı’ çıkar.

Bu nedenle çocuklara ’genelleyici’ bir yaklaşımla değil, ’özelleştirici’ bir gözle bakmak gerekir.

ÇOCUĞUNUZUN BAŞARILI OLMASINI İSTİYORSANIZ...

- Çocuğunuzu başka çocuklarla kıyaslamayın.

- Çocuğunuzun sahip olduğu güçlü yönleri ortaya çıkarın; bunun için onu dinleyin ve potansiyelini ortaya çıkarmasına yardımcı olun.

- Çocuğunuzu özelleştirerek yetenekleri doğrultusunda yönlendirin.

- Enerjisini doğru kullanmasına yardım edin.

- Gerçekten sevemeyeceği bir şeyi zorla yaptırmayın.

- Sahip olduğu değerlerle uyumlu bir hayat kurmasına yardımcı olun.

- Çocuğunuzun kendisiyle barışık olması için onu destekleyin.

- Eleştirmek yerine iyi olduğu yönleri bulup takdir edin.

- Başarının yolunun tutkudan geçtiğini unutmayın.

- Çocuğunuzla ilgili gerçekçi beklentiler içerisinde olun.