Bu Blogda Ara

7 Ocak 2010 Perşembe

ENERJİNİZİ DOĞRU KULLANIN


Vücudunuz yetenekli bir enerji dönüşüm merkezidir. Taşıdığınız trilyonlarca hücre, besinlerle aldığınız gücü enerjiye çevirebilen organcıklarla donatılmıştır. Yiyecek ve içeceklerle aldığınız gücü kullanılabilir enerjiye çeviren süreçler, müthiş bir düzen içinde tıkır tıkır işler.

Bu süreçleri etkileyen pek çok faktör var. Yaşınız, cinsiyetiniz, hormonal metabolik yetenekleriniz, genetik mirasınız ve kişisel sağlık hikayeniz bunlardan bazılarıdır.HAYAT bir enerjidir. İhtiyacı olan enerjiyi beden ve ruhun o müthiş işbirliğinden alır.

Yürümek, koşmak, konuşmak, duymak, uyumak, gülmek, kızmak, yazmak gibi hayata ilişkin pek çok şey bu enerjiyi kullanır.Ne vücudunuzun bol bol enerji üretmesi, ne de kalorileri yüklenmesi kendinizi canlı ve güçlü hissetmenize yetmez. ´Enerji´ ve ´canlılık hissi´ arasındaki ilişkiyi sadece kaloriler belirlemez.Canlılık hissinde, biraz ruh sağlığının ve biraz da duygusallığın yeri olması gerekir.

Coşkuya Önem Verin

Enerjik ve canlı kalmayı, eskilerin deyişi ile ´taş gibi olmayı´ istiyorsanız, hayatın gücünü sadece yediklerinizde, içtiklerinizde aramayın. ´Hayat çorbası´nın içine birer tutam huzur, coşku, sevinç ve birer parmak keyif,
heyecan ve ümit katmaya bakın!Hayat enerjisinin sadece yedikleriniz, içtiklerinizde gizli olmadığının farkına varmalısınız. Sağlığın ´bedensel ve ruhsal tam bir iyilik hali´ olduğunu unutmayıp fiziksel metabolik süreçlere takılıp kalmamalısınız.Yorgunluğunuz, durgunluğunuz, bitkinlik, halsizlik ve isteksizliğinizin, uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın, sırt-bel-boyun-göğüs ağrılarının, kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını ruhsal elektriğinizdeki kontak atmalarında aramalısınız. Saydığımız bu ve benzeri sorunlar, çoğu kez bedenden kaynaklanmıyor.Biraz korku, endişe, üzüntü veya güvensizlik dolu olan tabancayı bir anda patlatıyor.

Eğer ruhsal enerji üretiminizin yeterli olmasını istiyorsanız şu önerileri bir kenara not alabilirsiniz.

Aceleci Olmayın

Yavaşlayın. Sağlıklı bir ruh, bedeni ile yan yana yürüyen, ona gecede gündüzde, korkuda sevgide, tasada, endişede eşlik edendir.Ruhunuzu bedeninizden ayırmayın, onu koşturup yormayın.İşe ´yavaşlayarak başlayın´.

Ruhunuzu hayatın doğal hızına, olağan ritmine bırakın. Yemenizi içmenizi, aşık olup sevmenizi, yürümenizi, düşüncelerinizi, mümkün olduğu kadar yavaşlatın.Acele etmek için çok da acele davranmayın.

Beden ve ruhunuza baş başa kalmaları, konuşup anlaşmaları için zaman bırakın.

Daha yavaş yemeye, dinlenmeye, uyumaya, zamanı uzatıp daha fazla yaşamaya, hayatı daha çok paylaşmaya bakın.Eğer hayata daha çok değmek, huzur, keşif, neşe eklemek, hayatı geçmemek istiyorsanız birinci adımın hep aynı olduğunu unutmayın.İşe yavaşlayarak başlayın.

Dirençli Olun

Size daha çok sağlık veren şeyin yalnızca pasta, börek, hamburger ve kurabiyelere gösterdiğiniz direnç olduğunu sanmayın.Kaliteli ve formda bir hayat istiyorsanız direnmeniz gereken çok şey var: Karamsarlık, korku, endişe, panik, hiddet, kızgınlık, kabalık, kin ve nefreti hayatınıza sokmayın.

Kızıp Sinirlenmeyin

Kızmayın, sinirlenmeyin. Her şey, her zaman daha önce hesaplanan, ölçülüp biçilenden farklı boyutlar kazanabilir.Çevrenizde sizi üzen, bunaltan şeyler bazen yoğunlaşabilir.Bunları ´çevresel kirlenme´ gibi algılayın.´Huzurlu olmak, içe dönük yaşamda daha önceden örgütlü olmaktır. Kafa karışıklığı, güçlük, çatışma ve karşıtlıklar hep olacaktır.Marifet, bu durumlarda da sinirlenmemek, kızmamaktır.İç sükuneti, olabildiğince korumaktır´ diyor Vincent Peale. Huzur ve sükunetin ürettiği enerji, temiz ve organik bir enerjidir.Kızgınlık, öfke, nefret gibi zararlı katkıları ihtiva etmez.

Daha Çok Sevin

Daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu daha çok sevmektir.
Sınırsız, karşılıksız sevmektir. Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz yakıttır.
Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.

Bazen Boyun Eğin

Kabul edin! Gerektiğinde direnmelisiniz. Ama uzun süreli dirençlerin, beyhude karşı gelmelerin, uzamış streslerin adrenalin, kortizon ve ensülin gibi fazlası can yakan hormonları artırdığını bilmelisiniz.Biraz şans, kader, kısmet ve biraz da ilahi takdir hayatın içinde mutlaka yer almalıdır.Böyle durumlarda Nehru´dan yararlanın:´Hayat iskambil oyununa benzer. Elinize gelen kartlar gerçekliği
temsil eder.O kartlarla oyunu nasıl oynadığınız ise özgür iradenizi...´Elinize iyi kartlar gelmediğinde, mevcut kartlarla yetinin. Bekleyin, Kabul edin,´Bu da geçer´ deyin.Hayat sonsuz bir enerjidir. Bu enerjiyi sürekli olarak üretmek, üretirken tükenmemek, tüketmemektir.Kirletmemek ve iyi yönetmek gerekiyor. Marifet hayatı uzatmakta değil, hayatı mutlu kılmakta, ona yeni ve farklı hayatlar ekleyip ritmini ve hızını bozmamaktır.

Sevgili Can Dündar çok haklıdır!

İnsanlar şişirilen kasları, silinen kırışıklıkları ile genç kalmıyor.
Genç kalmak, yaşadığıyla övünebilmek, istediğinde başını alıp gidebilmek,
istediğinde kaldığı yerden ya da sil baştan başlayabilmektir.
Hayata taraf olmaktır.
Hayatı ıskalamamaktır.
Hayatın içinde kalmaktır.
Hayata her yaşta ve her sabah yeniden başlamaktır...

NEDEN HERŞEY BENİ BULUYOR ?



Bir mıknatıs gibi bütün terslikleri üzerinize çekmekte usta mısınız? Batıl inançlarınız yok, çekim yasasına da inanmıyorsunuz ama nedense hep aynı şey başınıza geliyor ya da her şey üst üste geliyor. ’’Neden hep ben?’’ sendromu yaşıyorsanız, sizi buraya alalım.

Size de oluyor mu? Bir şeyden çok korktuğunuzda başınıza aynı şeyin defalarca geldiği... Sanki siz ondan kaçtıkça, o her neyse, dönüp dolaşıp hep sizi buluyor! Bazen ilişkilerimiz aynı şekilde sonlanıyor, bazen de işlerimiz...Şu cümleler bize ne kadar da tanıdık: ’’Neden hep ben aldatılıyorum? Neden istediğim gibi bir iş bulamıyorum?’’, ya da ’’Neden bütün sorunlar beni buluyor?’’...

Diyelim ki, karşınıza hep evli erkekler çıkıyor. Ama evli olduklarını öğrendiğinizde de iş işten geçmiş oluyor, çünkü adama sırılsıklam aşık oluyorsunuz! ’’Yine mi?’’ demek kadar doğal bir tepki ne olabilir? Ama bu gelecekteki ilişkilerinizi, mutluluğunuzu, hayata bakışınızı olumsuz yönde etkiliyorsa, ortada çözülmeyi bekleyen koca bir sorun var demektir.

Halk arasında ’’bahtsız bedevi!’’ dedirten bu durumları, gün içinde ufak tefek terslikler şeklinde de yaşarız. Bazen güne kötü başlarız, sanki kara bulutlar üzerimizden hiç eksik olmaz. Duruma ’’Ne ters bir gün!’’ şeklinde bir yorum getiririz.

Psikolojimizin algılarımızı etkilediğini belirten Alman Hastanesi Uzman Psikoloğu Özge Türk’e göre, aslında
nasıl bakarsak öyle görüyoruz: ’’Olumsuz duygular olumsuz olayların yaşanmasına neden olur. Oysa ki, sabah kalktığınızda ’Ne kadar güzel bir gün’ diye başlarsanız, sanki o gün gerçekten her şey iyi geçer. Bunun nedeni sizin o günü güzel geçirme kararınızdır. Bu durumda olumsuz olaylar da olsa, olumlu yönden bakma eğilimindesinizdir.’’

Peki nasıl oluyor da ’’Bu defa doğru adamı buldum!’’ dediğimiz halde, aldatması an meselesi oluyor? Ya da bir arkadaşımıza ’’İlişkimiz harika gidiyor. Bu defa çok mutluyum’’ diye bahsederken, terk edilen yine biz oluyoruz? Kuantum Koçu Nilda Ferhan Efeçınar’a göre; ’’Neden hep ben?’’ düşüncesi, yıllar öncesinden ailemizde şekillenen çekirdek inançlarımıza dayanıyor: ’’Ebeveynlerin dünya görüşleri, yaşama bakış şekilleri, çocuğun dünya görüşünün ilk tohumlarını eker. Ailenin paraya, ilişkilere, arkadaşlığa yani yaşama bakış şekli kısa bir süre sonra yetişen bireyin bakış şekli olur. Eğer anne ’Arkadaşlarına güvenme, hiç kimseyle sırrını paylaşma bir gün sana karşı kullanırlar’ demişse, yetişmekte olan bireyin arkadaşlar ve çevresine olan bakış açısı güvensizlik üzerine kurulur. Bu nedenle kişi sağlıklı, güven dolu arkadaşlık ilişkilerine giremez. Benzer bir şekilde eğer anne kız çocuğuna ’Erkeklere güven olmaz kızım’ gibi sözler söylüyorsa, yetişen kız çocuğu erkeklere güvenmeyerek büyüyecektir.’’

’’Her erkek aldatır demek güveni etkiliyor’’ Nilda Ferhan Efeçınar, ilerleyen zamanlarda, buna benzer konuşmalar geçtiğinde, bireyin o kanıya duyduğu inancın daha da güçlenebileceğine dikkat çekiyor: ’’İlerleyen zamanlarda genç bir kız, annesinin ve arkadaşlarının söylediklerine kulak misafiri olursa ve örneğin içlerinden biri ’Adam parayı buldu, karısını aldattı’, ’Tüm erkekler aynıdır hepsi mutlaka eşlerini aldatır’ tarzında bir konuşmaya şahit olursa, kızın karşı cinse olan bakış açısı güvensizlik konusunda pekişir’’.

Aslında çevremizdeki kişiler daha olumlu bir dil kullansa, bu yersiz inanç ve düşünceler yüzünden hayatımız kötü yönde etkilenmeyebilir. Efeçınar’a göre, bu nedenle şu şekilde bir dil kullanmak daha uygun: ’’Anne veya babanın ’Arkadaşlarına güven, bununla beraber kendine özel olanları herkesle paylaşmaman daha iyi olur’, ’Erkek arkadaşların tabii ki olacak, eminim ki sen kendin için en doğru erkeği seçersin’, ’Bazı erkekler aldatsa bile, her erkek aldatmaz kızım’ gibi bir ifade içeren dili kullanmaları yetişen bireyin yaşamına güvenle bakmasını sağlar.’’

’’Suçu kendinizde aramayın’’

Başarısızlığın kaynağını kendinizde aradığınızda ’’Neden hep ben?’’ demeye başlıyorsunuz. Bu da psikolojinizin bozulmasına neden olabiliyor. Hayatınızda böyle bir dönemdeyseniz, üzerinizdeki bu baskıyı hafifletmek için Psikolog Özge Türk kendinize şu soruları yöneltebileceğinizi belirtiyor: ’’Ben ne yaşıyorum, bu olaya neler sebep oldu, karşı taraftaki insan ya da insanlar ne yaşıyor? Bu bakış açısı yaşanan olumsuz olayın net bir değerlendirmesini sağlar ve üzerinizdeki o derin yükü hafifletir.’’

Yoksa bu durum kendi içinizde bir kısırdöngü yaşamanıza neden oluyor ki, Özge Türk, her olayın kendi içinde ayrı bir durum olduğunu ve ayrı bir değerlendirme gerektirdiğinin altını çiziyor: ’’Herhangi bir durumla karşılaştığınızda, okları kendinize çevirmemek ve olaylara farklı bakış açıları getirmek gerekiyor. Yoksa hep aynı tekrarları yaşarsınız. ’Neden hep ben?’ sorusunu ’Neden hep aynı olay?’ ile değiştirirseniz etraflıca düşünebilme özelliğine sahip olursunuz. Bunu yaparken yazmak işe yarayan bir tekniktir. Bunu dışında bir uzman desteği alabilirsiniz’’

Kuantumda 21 gün kuralı

Tekrar eden olumsuz deneyimlerimizin kaynağında yatan neden, korkularımız olabilir. Bu korkularımızı yenmede kuantum tekniklerinden de yararlanılıyor. Nilda Ferhan Efeçınar, öncelikle sorunun kaynağına inmek gerektiğini söylüyor: ’’Öncelikle yaşamımıza bakacağız, hangi tarz olumsuz deneyimler yaşamımızda tekerrür ediyor. Bunu oluşturan düşünceyi tespit etmeliyiz. Örneğin sürekli sevgilileri tarafından terk edilen biri iseniz, terk edilmenin altında yatan ana korkuyu aramalısınız. Kendinize şu soruyu sorun; ’Terk edilirsem kendimi nasıl hissederim?’ Bu sorunuzun yanıtı değersizlik, güvensizlik, beğenilmeme, yalnız kalma korkusu vs. olabilir. Peki ne yapacaksınız? Tespit ettiğiniz korkunuzun yerine bir olumlama belirlemeniz gerekiyor. Örneğe uygun olarak şöyle bir olumlama seçebilirsiniz. ’Ben her halimle değerliyim, kendi değerime sahip çıkıyorum, ben kendime değer verdiğim için çevremdeki herkes bana değer veriyor’. Bu olumlamayı 21 gece yatağa girdiğinizde uyumadan hemen önce kendi kendinize hissederek tekrarlamalısınız.’’

Peki neden 21 gün?

Çünkü Kuantum felsefesine göre, hücrelerimiz 21 günde bir kardeş hücrelere bölünüyor. Üç periyotta hücreler arasında yeni geçiş yolları, yani yeni bakış açıları oluşturulmuş oluyor. Böylece yeni bir düşünce doğuyor. Yeni düşüncenin yaydığı frekans, evrende kendisine eş frekansı arıyor ve yeni düşünce ’’yaşamın akışına güvenmek’’ ise, evrendeki eşleşme yasasına göre ’’yaşamın güven dolu ilerlediği’’ bir hayatın frekansıyla eşleşiyor. Yaşam Koçu Figen Kırca ise, kendimizi olumlu yönde kurgulamakta en önemli alanın ’’söylemler’’ olduğuna dikkat çekiyor. Kırca, küçük görünen ama üzerimizdeki etkisi büyük olan söylemleri kullanmamızı öneriyor. Yani ’’Bundan sonra borç içinde olmayacağım’’ yerine, daha da olumlu cümleler kurarak; ’’Parayı ve insanları iyi yöneteceğim’’ demek gibi... Bir de yine benzer şekilde yaşanan; ’’Her şey geldi mi üst üste gelir’’ sendromu var. Kırca’ya göre, bu zinciri kırabilmek için önce bu döngüden çıkmayı istemek gerekiyor. Bunu ne kadar yapabilirsiniz bilemeyiz ama Kırca, objektif olarak kendinize tepeden bakmanızı öneriyor. Çözüm, hayatımızı oluşturan birçok konuda ’’Mutluyum, daha mutlu olmak için neye ihtiyacım var ve ne yapacağım?’’ deyip; bu adımları uygulamaktan geçiyor.

KURUMSALLIK


Mühendislik, bilimsel ve matematiksel prensipleri, tecrübeyi ve ortak fikirleri kullanarak insana faydalı ürünler ortaya koyma sanatıdır. Bir başka deyişle mühendislik, belirli bir ihtiyacı karşılamak için gerekli teknik ürün ve sistemi üretme sürecidir.

Kurumsallaşma, bir işletmenin, faaliyetlerini belirli kişilerin varlığına bağlı olmadan sürdürebilmesini ve geliştirebilmesini sağlayan, bu sayede de nesilden nesile devreden bir yapı oluşturması olarak tanımlanabilir. Diğer bir bakış açısıyla kurumsallaşma, işletmenin tüm stratejik kararlarına ve faaliyetlerine yön veren vizyon, ana amacı ve üstlendiği ana görevini tanımlayan misyon, faaliyetlerini yürütürken uyacağını beyan ettiği kavramları içeren ilke ve değerler, faaliyetini yürütürken izlediği yol ve yöntemleri yansıtan politikalar ve hedeflerine ulaşmak için sürdüreceği uygulamalar açısından belirli bir niteliğe ve sürekliliğe sahip olmasıdır.

Görüleceği gibi iki tanımında da, kurumsallaşmanın teknik (somut) ve yönetsel (soyut) boyutu olduğu ortaya çıkmaktadır. Yönetsel boyut, dış çevreye ve küresel yönetime uyumu sağlayan üstyapı çalışmaları ile oluşturulur. Birçok yönetim organizasyonu ve sivil toplum kuruluşu bu konuda yıllardır çalışmalar yaptığı halde, teknik boyut oluşturulmadığı için firmalar bu konuda adım atmamaktadır. Teknik boyut ise içe dönük yapılanma sağlayan altyapı çalışmaları ile oluşturulur. Bu altyapı çalışmaları da mühendislik yaklaşımı gerektirir.

Mühendisler bir ürünü en ince detayları ile tasarlar, daha sonra bu tasarımın üretimine geçilir. Tasarım olmaksızın üretimde başarı sağlamak oldukça zordur. Deneme yanılmalara, dolayısıyla zaman ve kaynak israfına neden olur. Birçok işletmede bu yaklaşım göz ardı edilerek, mühendislik kullanılmadan ve sistem tasarımı yapılmadan sarf edilen gayretler başarısızlıkla sonuçlanmakta ve teknik boyut oluşmamaktadır.
Bunun sonucu olarak yönetsel boyutu oluşturma çabaları da havada kaldığı için, kurumsallaşma gerçekleşememektedir.

Bu noktadan yola çıkarak, teknik boyuta ağırlık veren çalışmaları özel bir metodoloji ile uygulamayı esas alan ve Kurumsallaşma Mühendisliği adını verdiğim, günümüzde gayret gösterdiği halde kurumsallaşma hedefine ulaşamayan birçok işletme için çözüm yolu olabilecek özel bir yaklaşımı yapılandırdım.

Kurumsallaşma Mühendisliği Yaklaşımının Prensipleri

Yukarıda gerekliliğini ortaya koyduğum Kurumsallaşma Mühendisliği yaklaşımı, kendisine özgü bir takım prensipler içermektedir:

Yol Haritası:

Kurumsallaşma Mühendisliği uygulamaları kesinlikle bir yol haritası tasarlanarak ve titiz bir şekilde

uygulanarak yürütülmelidir.

Strateji:

Çinli askeri strateji uzmanı Sun Tzu, “Taktikleri olmayan strateji, zafere giden en uzun yoldur. Stratejisi olmayan taktikler ise, yenilgiden önceki gürültülerdir.” der. İşletmelerde bir stratejisi olmaksızın yapılan kurumsallaşma çabaları, hedefe ulaştırmayan taktikler olarak kabul edilebilir.

Özgüleme (Dedication):

Kurumsallaşma, işletmedeki operasyonel süreçlerle meşgul olan personelin, esas görevlerinin yanı sıra

yaptıkları bir takım organize olmamış çabalarla gerçekleşmez. Kurumsallaşmada elbette tüm çalışanların

katkısı gerekecektir. Ancak bunun bir süreç olarak kabul edilip, bu işe ayrılmış/atanmış kişilerce ve

uzmanlarından destek alınarak yönetilmesi gerekir.

Projelendirme:

Kurumsallaşma sürecindeki bazı çalışmaların, proje metodolojilerine müracaat edilerek yürütülmesi gerekir.

Bu, sürecin safhalar halinde denetlenmesini ve başarılı şekilde sonuçlandırılmasını sağlayan bir unsurdur.

Eğitim:

Birçok konuda olduğu gibi, kurumsallaşma çalışmalarında da eğitimin büyük bir katkısı vardır. Özellikle kurum kültürünün oluşturulmasında, eğitim çalışmaları birinci sırada yer alır.